Bu yıl üç aylara farklı bir atmosferde girdik. Mevsim baharı yaşarken, biz yaşadıklarımız ve Muhterem Alparslan Kuytul Hocamızın içeride olması sebebiyle hüznü yaşıyoruz. Aslında yaşadığımız olayların bizde oluşturduğu halet-i ruhiye üç ayları güzel değerlendirmemiz açısından çok güzel bir zemin oluşturdu… Şu bir gerçek ki kişide maneviyatı en güzel oluşturan faktörlerden biri, hüzündür. Biz de belki de şu an hayatımızda hiç olmadığı kadar hüzünlüyüz. Bu olaylar sadece kendi adımıza değil bütün ümmet adına duyduğumuz hüznü katmerlendirdi. Yaşadığımız sıkıntılar sebebiyle ümmetin dertlileri, garibanları, mahkûmları ve mağdurları her zamankinden daha fazla aklımızda… Mazlum olmanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.
Kalplerimizde oluşan bu hüznü fırsata çevirebilir ve bu üç ayları bu hüzünle daha maneviyatlı geçirebiliriz.
Ayrıca kişinin Allah’a yaklaşmasında en önemli faktörlerden biri olan acizlik, muhtaçlık ve çaresizlik de şu an bizde artmış durumda… Sürekli Rabbimizden gelecek yardımın beklentisi içerisindeyiz. ‘Fettah’ olan Rabbimizin açılması zor kapıları açacağı günü beklerken, kul olarak aslında hiçbir şey yapamadığımızın da farkına varıyoruz. Sarıldığımız sebepler ise sadece o kapının açılmasını istediğimizi göstermek için yaptığımız fiili dualarımız… İnsan bu acizlik ve muhtaçlık duygusunu ve onun oluşturduğu maneviyatı en çok da imtihan ve zorluklarla karşı karşıya kalınca hisseder. Hissettiği bu duyguyla da daha çok ibadet eder, daha yanık dua eder. Ve böylece kul kullukta ilerler ve Rabbine yaklaşır. Bu sebeple de Rabbimiz bazen kullarını kendine daha fazla yaklaştırmak için imtihan eder. Biz de başımızdaki bu sıkıntıyı kalıcı bir kazanca döndürmek için hissettiğimiz acziyetle ibadet ve dualarımızı artırmalıyız.
Bununla birlikte İslam davasını omuzlamış kimseler olarak yaşadığımız sıkıntılar gösterdi ki bu yol gerçekten zor ve çileli bir yol… Bu yolda zorluklara katlanabilmek yürek istiyor… İman istiyor… Sabır, tevekkül, teslimiyet gerektiriyor. Bütün bunlar ise Allah Azze ve Celle ile kuvvetli bir bağ kurulmadan gerçekleşebilecek özellikler değildir. Bu minvalde Muhterem Hocamız da bu yılımızı ‘Maneviyat Senesi’ ilan etmiş ve özellikle de ‘taze imana’ ulaşmamızın önemine değinmişti. Muhterem Hocamızın hepimiz adına Allah’a yakardığı taze imana, güzel bir sabra, Allah’a duyulacak sağlam bir güvene ve teslimiyete tefekkür, zikir, namaz ve oruç gibi ibadetler olmadan, özellikle de gecelerimizi teheccüd ve dua ile ihya etmeden ulaşamayacağımızı şimdiye kadar çoktan öğrenmiş olmalıyız. O halde bizler de rahmet ve merhametin arttığı bu ayları ulaşmak istediğimiz mertebelere basamak yapmalı ve bu merdiveni artık çıkmayı başarmalıyız.
Aslında ibadet etmek ve maneviyat kazanmak için sebep aramaya gerek yoktur. Kul olmamız yeterli bir sebeptir zaten… Biz kuluz ve O bizim Rabbimiz… Elbette ki aciz varlıklar olarak bütün güzel sıfatlara sahip yüce Sultan’a ulaşmaya çalışmalıyız. O’na yakınlık kul için şereftir. Bu şerefi elde etme isteği de yeterli bir sebeptir aslında. Fakat buna rağmen ibadet etmek ve maneviyata ulaşmak için sebep arıyorsak dönüp kalbimize bakalım. Kalbimizdeki hastalıkları temizleyebildik mi? Siyah noktalardan ne kadar kurtulabildik? Sağlam ve selim bir kalbe sahip miyiz? Nefsimizin ayıp ve kusurları ne durumda? Kısacası ne kadar temiziz, arınabildik mi?
Mutasavvıflardan Sülemî, nefsin ahlakını şöyle sayıyordu… Hatırlayalım; “Nefsin ahlakı; kibir, ucub, gururlanmak, heva, aldatma, düşmanlık, uzun emel, kin, hased, öfke, korkaklık, açgözlülük, cimrilik, bilgisizlik, tembellik, sululuk, edepsizlik, nefsin isteklerini yerine getirme, kayıtsızlık, alay, temenni, kendini yüksek görme, sefihlik, zulüm, düşmanlık, zahmet verme, gıybet, iftira, yalan, söz getirip götürme, kötü zan, ilgiyi kesme, yüzsüzlük, haksızlık etme, facirlik, hıyanet vs…” Bunların tamamından nefislerimizi arındırabildik mi? Yoksa hâlâ pislikten tortular var mı?
Daha da fazlası Kur’an’ın bize “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğin kemaline ulaşamazsınız” diyerek hedef gösterdiği “İyiliğin kemaline” ne kadar ulaşabildik?
Olmamız gereken nokta ile bulunduğumuz noktayı kıyasladığımızda, Seyr ilallah’da (Allah’a yolculuk) daha kat edecek çok mesafemiz olduğunu fark ederiz. O halde bize düşen Rabbimizin biz kullarına sunduğu fırsatları, elde etmek istediğimiz mertebeler ve kurtulmak istediğimiz hastalıklar için ganimet bilip en güzel şekilde ve hakkıyla değerlendirmek…
İşte başından beri saydığımız bu sebeplerle Receb ayı, Şaban ayı ve Ramazan ayı çok önemli aylardır. Bu aylarda Rabbimizin kullarına af ve merhameti ayrıca amellere verilen mükâfatlar kat kat artar. Receb ve Şaban ayı dünya meşgalesiyle yorulmuş kalbin yavaş yavaş kendine gelmesi için hazırlık devresidir. Eskiyen imanların, bayatlamış, ruhunu yitirmiş ibadetlerin, ihlasını kaybetmiş amellerin kendine gelip toparlanması için zamana ihtiyaç vardır çünkü… Katılaşmış kalbin yumuşaması, ürpermesi, Allah korkusundan nemlenmeyi unutmuş göz pınarlarının çağlaması birdenbire hatta bir ayda olabilecek bir şey değil demek ki… Bu sebeple olsa gerek en faziletli ay olan Ramazan ayını hakkıyla değerlendirebilmek Receb ve Şaban ayında ciddi bir hazırlık yapmayı gerektirir. Aksi takdirde birden başlayan Ramazan ayına kul hazırlıksız yakalanır ve o önemli zamanların hakkını veremediği için hüsrana uğrayanlardan olur. Rabbimizin buyurduğu gibi “Asra yemin olsun insan ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır.”
Gelin bizler de bu ayları kalbimizin taze imanla dirilişine vesile yapalım. Dirilelim ki diriltelim… Değişelim ki değiştirelim… Arınalım ki arındıralım… Değişmiş, dirilmiş ve arınmış kalplerimizle ümmetin dirilişine vesile olacak bir Öncü Nesil olarak yeniden doğalım…
Demiştik ya mevsim bahar… Bu bahar arınmış kalplerle gerçekleşmiş duaların müjdeli haberlerini aldığımız bir bahar olsun… Bu bahar bir başka bahar olsun…
Daima diri ve taze bir imana ve bu yolda sebat edebilmek için ihtiyaç duyduğumuz manevi özelliklere ulaşmak için üç ayları çok iyi değerlendirmeliyiz.