“Uzun ve zorlu bir yola çıkarken ümit ile doldurmuştuk heybemizi. Sonra para girdi cebimize, makam hırsı girdi kalbimize, günahlarımız girdi, yersiz tartışmalar girdi. Derken ümide yer kalmadı heybemizde. Ümidimizi kaybettikçe karamsar biri olup çıktık ya da diğer adıyla yaşayan bir ölü.”
Sevgili dostum! Oturup dertleşmeye ne kadar da ihtiyacımız var seninle. Şöyle uçsuz bucaksız bir denize karşı otururuz belki. Ya da heybetiyle görenleri sarsan ulu dağlara doğru. Ya da bir çaya atılmış iki şeker ile dünyanın dertlerini eritiriz birlikte. Sohbetimizin ana konusu ne olacak peki? Ümitten bahsetmeli, ümit vermeliyiz birbirimize.
Sevgili dostum! Ümit bir bardakta mı durur, alıp besmele ile üç yudumda içsek. Ümit yağmur mudur, çıkıp dışarıya altında saatlerce yürüsek? Yoksa ümit sıcak bir ekmek midir, buğusunda yeni dünyalar kursak? Evet, ümit bunlar değil. Ya nedir peki? Ümit bir duygu... Bir inanç. Kalbin neşesidir ümit. Gözlerdeki ışıltı. Dizlerin dermanıdır ümit. Sancağımızın rüzgârı, ordunun en önde giden fedaisidir ümit. Karanlığın en şiddetli anında ‘aydınlığın sahibi benimledir’ deyip yola devam etmektir ümit.
Tefekkür kalbimize ümidi nakşetmemizi sağlayacak yollardandır. Tefekkür ile ümidin ve korkunun sahibini tanırız. Gökyüzünün sahibini tanırız, aydınlığın, karanlığın, denizin, yağmurun sahibini tanırız. Her saniye bize nefes vereni, her gün rızkımızı göndereni, kalbimize yerleştirdiği birlikte olma duygusuyla aile ve toplum olmamızı sağlayanı, geçmişi ve geleceği bileni tanırız. Ve biliriz ki O bizimleyse dünya bize düşman olsa da nafile, O bizimleyse başka kimse bizimle olmasa ne çıkar!
Musa Aleyhisselam’ın, asasını havaya kaldırdığı anda bir kuş geçseydi üzerinden. Baksaydı ona ve ne yapıyorsun deseydi? Tek diyeceği şuydu: “Rabbim ‘asanı yere vur’ dedi. O en iyisini bilir. Ben ise deniz ve Firavun arasında kalmış bir acizim. Rabbim ise şu denizin de arkamdan gelen koca ordunun da sahibidir. O en iyisini bilir ve bana bir çıkış yolu verecektir.”
Aynı olay Musa Aleyhisselam’ın sihirbazlar ile karşılaşmasında da yaşanmıştı. Sihirbazlar hünerlerini gösterdikten sonra sıra Musa Aleyhisselam’a gelmişti. O, ne sihir bilirdi ne elinde mucize gösterme kudreti vardı. Tek dayanağı Rabbiydi. O inançla attı asasını ortaya, olanlar oldu ve sihirbazlara galip geldi. Burada asıl odak noktamız şu: Musa Aleyhisselam bu denli zor anlarda nasıl oluyordu da ümitsizliğe kapılmıyordu? Nasıl oluyor da “eyvah” demiyordu?
Çünkü Musa Aleyhisselam Rabbini tanıyordu. “Rabbim sonsuz kudret sahibidir ve beni asla yalnız bırakmaz” diye düşünüyordu. Bu söylediğimi bilgi olarak bilmek değil elbette mesele. Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz bir husus vardı: “Üzerinde, sistemli bir düşünme faaliyeti olan tefekkür gerçekleştirilmeyen gerçekler, kuru bir bilgiden öteye geçemezler. Bilgiler ancak tefekkür ile hayata geçirilebilir.” Musa Aleyhisselam tefekkür ile kalbinde ve aklında Allah’ın kudretini yerleştirmişti. Böylece her zorlu olayda o kudrete dayanıyor, “O benimledir” diyebiliyordu. Peki, Musa Aleyhisselam, peygamber olmadan önce nasıl bir tefekkür süreci yaşadı?
Musa Aleyhisselam bir gün bir adama yumruk atar ve adam ölür. Bunun sonucunda Musa Aleyhisselamı bulunduğu şehirden çıkarken iki kadın görür. Onlara hayvanlarına su içirmeleri için yardım eder. Kadınlar da Hz. Musa’yı babaları olan Şuayb Aleyhisselam ile tanıştırırlar. Böylece Hz. Musa’nın 10 yıllık eğitimi başlar. 10 yıl çobanlık yaparak iliklerine kadar işler hakikati. 10 yılın sonunda Musa Aleyhisselam olur ve Firavun gibi zorlu bir düşmanın karşısına dikilip hakkı haykıracak duruma gelir. Firavun ne kadar güçlü olursa olsun ümidi kırılmayacak, mücadeleden yılmayacak bir duruma gelir. Günümüzdeki Müslümanların Batı’nın veya kendi ülkelerindeki düşmanların güçleri karşısında ezilip ümitsizliğe kapılarak İslami faaliyetleri bırakmaları ya da hiç başlamamaları ümitli olmanın hayati önemini anlamamız için kâfidir.
Musa Aleyhisselam da dahil bütün peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin, öncülerin hepsinin ortak noktası bitmek tükenmek bilmeyen bir ümitlerinin olmasıdır. En zorlu şartlarda, en korkunç anlarda bile onlar bir çıkış yoluna inanırlar. “Âlemlerin Rabbi bizimledir. Görevi veren O’dur. Benim işim O’nun yolunda mücadeledir. Madem O’nun gücü her şeye yeter o halde ümidim de vardır.” derler.
Kâinatta yaşanan sürekli değişim bizlere ümit veriyor. Kış geldiğinde terkedilmiş ölü şehirlere dönen yemyeşil bahçeler, otlaklar, ağaçlar, çiçekler; bahar gelmesiyle yeniden canlanıyor, hayata dönüyor. Tabiat lisan-ı hal ile bize ümidi haykırıyor: “Biz birkaç ay önce ölü idik. Rabbimizin lütfu sayesinde yeniden dirildik.”
İslami hareketin her ferdinin, adeta sessiz ölülere dönmüş ümmeti diriltme yolunda ümitlerinin kırılmadan yürümelerinin yollarından biri de tefekkür ile tabiatın ölümünden sonra dirilişini görmeleridir. Tabiat, kendisine tayin edilmiş olan kurallara göre yeniden diriliyorsa toplum da kendisine tayin edilmiş kurallara göre yeniden dirilebilir.
“Tayin edilmiş kurallar” ibaresine dikkat etmişsinizdir. Şimdi bu konuyu biraz açmak istiyorum. İslami mücadele hiçbir zaman tozpembe bir mücadele sahası değildir. Hayaller âleminde de gezmez. Peygamberimizin hareket metoduyla ilgili kitaplara baktığımızda nasıl da ince ince stratejiler yaptığını görüyoruz. “Allah yanımızdadır, O bize zafer verir” gibi bir mantıkla hareket edip plan yapmamak olacak şey değildir! Toplumun değişimi için gerekli şartlar, kurallar, metodlar, stratejiler bunların hepsi üzerinde titiz çalışmalar yaparak yolumuzu belirlemek zorundayız. Yoksa ümitli olalım derken hayaller âleminde gezeriz. Yıllar sonra arkamıza baktığımızda da ancak bir arpa boyu yol aldığımızı görürüz.
Rabbim bu kötü akıbetten korusun bizleri. Ümidimiz daim olsun.