وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ
“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.”
Âl-i İmrân Suresi- 139
“Gevşemeyin, üzülmeyin …” diye başlayan ayet-i kerime İslam uğrunda mücadele eden müminlere her zorlu süreçte ümit kaynağı olmuştur. Zorluk anında bir dostun tebessümü gibi kalbimizi ısıtır Rabbimiz. Aynı zamanda bizlere, mücadelemizin süreçlerine dair de dersler verir. Şimdi zikredilen ayet üzerine detaylıca eğilelim.
Ayeti tersten okuduğumuzda Rabbimizin bize bir hedeften bahsettiğini anlarız: “En üstün olmak…” Bu üstünlük dünyanın hâkimi olup en büyük saraylarda yaşama anlamında bir üstünlük müdür? Yoksa en zengin olup toprakları en geniş ülke olmak anlamında mıdır? Bu üstünlüğün nasıl bir üstünlük olduğunu anlamak için Rabbimizin üstün olmamızı bağladığı şarta bakmamız gerekiyor: “Eğer mü’minseniz.” Demek ki burada anlatılan üstünlük imandan kaynaklanan bir üstünlüktür. İzzet, şeref, psikolojik üstünlük… “Ben Rabbimden ve O’nun hükümlerinden başkasına boyun eğmem. Allah Rasulü’nün yolundan başka bir yol bilmem” dedirten bir üstünlük. Tüm sahte üstünlere, büyüklük taslayanlara, cehennemlik ekabirlere savaş açan bir üstünlük. Tek başına da kalsa, bir kurşun ile yerlere de serilse, zindanların soğuk duvarları ona mesken de olsa… Ne olursa olsun üstünlük!
Rabbimiz Peygamberimiz’e ve ashabına ümit vermek için bu ayeti vahyettiğinde müminler Uhud savaşını kaybetmişti. Hamza gibi yiğitler şehit olmuştu. İslami hareket daha yolun başında, güçsüzken, sayıları artmamışken bir mağlubiyet yaşamıştı, yıkıcı bir mağlubiyet. İşte böyle bir atmosferde gökleri titreten bir nida duyuldu: Gevşemeyin ve üzülmeyin! Yenilseniz de şehitler de verseniz üstün olan sizsiniz. Ama bir şartla, tüm mücadelenin temeli olan, tüm kavganın sebebi olan tek bir şartla: Mü’min olmak. Eğer inanmışsanız, canı gönülden Rabbinizin tek otorite sahibi olduğuna inanmışsanız siz üstünsünüz.
Demek ki Rabbimizin, mü’minleri “üstün kılmak” gibi bir muradı var. Çünkü mü’minler üstün olmalı ki hak üstün olsun. Muvahhidler üstün olmalı ki Tevhid davası üstün olsun. İman edenler üstün olmalı ki iman üstün olsun. Kur’an üstün olsun, Rasul üstün olsun.
Manevi olguların üstünlüğü onları temsil edenlerin üstünlüğü ile doğru orantılıdır. Temsiliyet, Müslümanlarca anlaşılmamış konuların başında gelmektedir. Temsil eden üstün olursa temsil edilen değerler de üstün ve kıymetli olur. Batıl dahi olsa dinleri, ideolojileri, fikirleri, akımları üstün ve tanınır kılan şey onları savunan, taşıyan, temsil edenlerin tanınırlığı, kabiliyetleri, üstünlüğüdür. Örneğin Komünizm dediğinizde direkt akla Karl Marks gelir. Fizik dediğinizde akla Newtonlar, Einstenler gelir. İslam fıkhı dediğinizde akla İmam Azam gibi fakihler gelir. Tasavvuf dediğinizde akla Mevlanalar, İbn Arabiler gelir. Bu kişilerin yükselmiş olması ve kıymetli görülmeleri aynı doğrultu da onların temsil ettiği, onlarla özdeşleşen değerlerin de yükselmesi ve kıymetli görülmesi demektir. Bu yüzden temsil edenler, temsil edilen değerlerden daha az kıymetli değildir.
İslami tebliğin Mekke döneminde 13 yıl boyunca sadece iman üzerinde durulması çok önemli bir husustur. İslami hareket metodunun bu yöntemi sayesinde kökleri sağlamca toprağa tutunan ağaçlar gibi iman sahibi, İslam davasını anlamış, karakter sahibi sahabiler yetişti. Yani İslam’ı temsil edecek yiğitler yetişti. Ve onlar gittikleri her yerde hem dilleriyle İslam davasını anlattılar hem de bizzat şahısları ile davalarını temsil ettiler. Böylece İslam kısa sürede büyük başarılar elde etti. Bunda temsilcilerin önemi büyüktür.
İlk dönemin dağ gibi sağlam neslinin dünyadan yavaş yavaş çekilmesiyle Ümmet-i Muhammed’de kaymalar olduğu malumdur. Halifeler devri bitmiş, yerine saltanat başlamıştı; zühd ve takva köşklerinin yerini sultanların sarayları almıştı. Cihad aşkıyla çarpışanların yerini hurma bahçesine su taşıyanlar almıştı. Bu nasıl oldu? İslam mı değişti? Kur’an mı değişti de böyle oldu? Elbette hayır. Ne İslam ne Kur’an değişti. Yalnızca temsilciler değişti. İslam iyi temsil edilemedi. Temsilciler bozulunca İslam Ümmeti de aynı doğrultuda bozuldu. Dolayısıyla temsil edilen değerlerin kıymeti de azaldı.
İslami hareketin liderlerine karşı başlatılacak itibar suikastları konumuzla doğrudan bağlantılıdır. Cesaret ve basiret sahibi, aydın ve alim liderlerimize karşı bağlılığı azaltmak, onların kalplerdeki yerini sarsmak, onlara gösterilen hürmeti azaltmak için İslam düşmanları içerden ve dışarıdan çaba göstereceklerdir. Çünkü lider kendi şahsında İslam davasını temsil etmekte, liderin tanınır olması İslam davasının tanınır olması anlamına gelmektedir. Bu nedenle İslam’a saldıramayanlar, İslami hareketin liderine saldıracaklardır. İslami hareketin fertlerine düşen görev ise liderlerine sahip çıkmak, kurtlar sofrasında onları yalnız bırakmamaktır. Hasılı; bir liderin kolay yetişmediğini, alimin mürekkebinin şehit kanların üstün tutulduğunu, alimin ölümünün alemin ölümü olduğunu bilmek zorundayız.
Ayet-i kerimenin hedef kısmını konuştuğumuza göre şimdi ayetin ilk kısmına yani Rabbimizin birer kelimelik iki ihtar ile kullarına, kendi yolunca cihad edenlere seslendiği kısma gelelim: “Üzülmeyin ve Gevşemeyin.” Hüzün ve gevşeklik. İki farklı kavram ama birbiriyle ne kadar bağlantılı. Rabbimiz Teala sosyolojik ve psikolojik tahlillere konu olacak iki farklı kavramı bizlerin önüne seriyor. Toplumlar nasıl gevşer ve çözülür, toplumları diri tutan asabiyet nasıl zayıflar? Toplumsal hareketlerin hedefleri nasıl muğlaklaşır, rotaları nasıl şaşar? Bu soruların elbette uzun cevapları vardır. Ancak biz, ayet özelinde konuşacağız ve Rabbimizin dikkat çektiği bir kavram üzerine yoğunlaşacağız: Üzüntü…
Gençliğin üzerimde taze bir gömlek olduğu zamanlarda hüzün üzerine çok düşündüm. Fark ettim ki bazı insanlar hüzünlenip harekete geçiyor. Hüzünleri onlara bir muharrik oluyordu. Mesela ümmetin mazlumiyetine hüzünleniyor ve İslam davası uğrunda gayrete geliyorlardı. Ama bazı insanlar da var ki hüzünleri onlara adeta bir imtihan oluyor. Hüzünlerinden dolayı hareketsiz kalıyorlar, elleri kolları ağırlaşıyor, gözlerinin feri dökülüyordu. Böylesi insanların psikolojileri bozuluyor, sürekli bir depresif hal yaşıyorlardı. Bunları gözlemleyince kendimce iki çeşit hüznün olduğuna kanaat getirmiştim: Rahmani hüzün ve şeytani hüzün.
Hüzünlendiğimiz zaman hangi tür hüznün bizi kuşattığını anlamamız gerekiyor. Bunun formülü ise gayet net: Şayet hüzün sizi hareketlendiriyor, ayaklarınıza derman getiriyor, gayretinizi arttırıyor ve imanınızı kuvvetlendiriyorsa bu hüzün Rahmanidir. Yok eğer hüzün sizin önünüzdeki tümsek oluyor, yol yürümenizi engelliyor, ilimle uğraşmanıza, insanlara İslam’ı anlatmanıza mâni oluyorsa bu hüzün şeytanidir. Bu tarz hüzünden ve bu hüzne sebep olan şeylerden kurtulmanız gerekir. İşte Rabbimizin bazı ayetlerde “ağlamaktan” övgü ile bahsederken bu ayette “üzülmeyin” demesi bu hikmettendir.
Aşırı hüzün veya şeytani hüzün, aklı gölgeler. Akl-ı selim ile düşünmeyi engeller. Üzüntülüyken meselelere fehmu dakik ile yani ince anlayış ile bakamaz ve hata edersiniz. Bu yüzden İslam fıkhında Kadı’nın kızgın veya aşırı üzüntülü gibi hallerde davalara bakması doğru görülmemiştir. Tasavvuf kitaplarımızda ise şeytanın mü’minlere oynadığı oyunlardan birinin de onu üzmek olduğu anlatılmıştır.
Bunlara ek olarak da İslam düşmanlarının İslami hareketin yöneticilerinin ve fertlerinin morallerini bozmak ve motivasyonlarını kırmak için uğraştıklarını mutlaka söylememiz gerekiyor. İslam düşmanları üzüntünün insan psikolojisi üzerindeki etkisini çok iyi bilmektedirler. Hareketin aldığı bir darbe nedeniyle üzülen ve kendisini toparlayamayan fertlerin asabiyetlerini kaybedeceklerini, bağlılıklarının zayıflayacağını, ümitlerinin kırılacağını, kafalarının karışacağını iyi bilmektedirler. Bu nedenle Rabbimiz bizi uyarmakta ve İslami hareketin fertlerinin morallerinin yüksek olması için tedbirler almamızı istemektedir. Davetçiler üzüntü verici fitne gibi olaylarda hızlıca toparlanmalı ve ümit aşılayıcı faaliyetler yapmalıdır.
Üzülmeyin. Çünkü üzülmek sizi gevşetir. Hedefinize olan inancınızı kırar. Başınıza gelenlere karşı sürekli üzülürseniz yol yürüyemezsiniz. Savaşı kaybettik diye üzülürseniz gelecek savaşları da tehlikeye sokarsınız. Düşman size bir yumruk vurdu diye ağlamaya başlarsanız düşmanı cesaretlendirir ve yeni hamleler yapmasını sağlarsınız. O halde üzülmeyin! Ayağa kalkın! Savaşı kaybetmenizin nedenlerini araştırın! Yeni planlar yapın! Mücadelenin daha iyi ve kaliteli yürümesi için istişareler yapın! Üzülmeyin, ümidinizi kırmayın, seleyi suya vermeyin! Yoksa gevşer ve tamamen kaybedersiniz.