Maneviyatımız kuvvetlendikçe güçleneceğiz. Güçlendikçe de zilletten kurtulmaya, ayağa kalkmaya ve dünyayı değiştirmeye başlayacağız… Bu ayki yazımızda birkaç manevi azığı bir arada yazmaya çalıştık.
ZİKİR… ALLAH’I ANMAK…
Rabbimiz Teâlâ buyuruyor ki: ‘Onlar otururken, ayakta iken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki): Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru’1 Bu ayetten anlıyoruz ki, insan her halinde ve sürekli, adeta oturup-kalkıp Rabbini anmalıdır. Hayatın hiçbir halinde/ahvalinde Rabbini hatırlamayı ihmal etmemelidir. Çünkü hayata anlam katan, o hayatın ‘Allah’ denilerek yaşanmasıdır. Anlamsız hayatlarımıza anlam katar zikrullah… Kıymetsiz hayatlarımızı kıymetli yapar zikrullah… Bir de ayetten anlıyoruz ki kuru bir zikir değil bizden istenen. Zikir fikirle birleşmeli. Çünkü tezekkürle tefekkür bir araya geldiğinde, insan kendine geliyor ve halini düzeltmeye çalışıyor. Şu bir gerçektir ki, tefekkürsüz bir zikir, kuru bir zikirden öteye gitmeyecek ve hayatı da değiştirmeyecektir. Zikirsiz bir tefekkür de hikmetsiz bir tefekkür olacak ve yine hayatı değiştiremeyecektir. Allah’ı zikrederek yeri-göğü tefekkür eden, yeryüzü üzerinde yaşayan en şerefli varlık olan insanı da tefekkür edecek ve: ‘Rabbim, sen beni boşuna yaratmadın’ diyerek yaratılış gayesini hatırlayacaktır. İnsan yaratılış gayesini bildiğinde günahlarının, hatalarının, eksiklerinin farkına varır ve tevbe eder, ateşin azabından korkar, kendine ve ameline zerre kadar güvenmez.
PEYGAMBER EFENDİMİZ NASIL ZİKREDERDİ?
Her konuda olduğu gibi zikir konusunda da en büyük örneğimiz Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’dir. O, Rabbini nasıl zikrettiyse doğrusu öyledir; O’nun yapmadığını yapmak haddi aşmaktan başka bir şey değildir. Efendimizin zikir haline baktığımızda çok sessiz, sakin, içten içe olan bir zikir hali görüyoruz. Araf 205. Ayeti Kerime’de tarif edilen zikir halinin aynısı, Efendimizin halinde mevcut. Ayette Rabbimiz buyuruyor ki: ‘Rabbini sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret, gafillerden olma.’
Yine Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in zikir hayatına baktığımızda, hayata dair her işte Allah’ı zikrettiğini görüyoruz. Yataktan kalkarken başlıyor zikre, elbisesini giyerken, evden çıkarken, bineğe binince- inince, bir Müslüman kardeşini görünce- ayrılınca, mescide girdiğinde- çıktığında, misafirliğe gittiğinde, sevinince- üzülünce, abdest aldığında, namazdan önce- sonra, sohbetten önce- sonra, eve geldiğinde, yemeğe başladığında- bitirdiğinde ve yatağa girdiğinde, zikir dilinden düşmüyor.
TEVBE… İSTİĞFAR… PİŞMANLIK…
Farz namazı kıldıktan sonra 3 defa ‘Estağfirullah el Azim’ demeyi öğütleyen, Mekke’yi feth ettikten sonra ‘Estağfirullah’ diye diye şehre giren, ‘Kalbime bazen bir şeyler gelir, günde 100 defa istiğfar ederim’ diyen bir peygamberimiz var. Efendimizin istiğfarına baktığımızda, tevbenin sadece günahlardan sonra yapılan bir arınma çabası olmadığını, ibadetlerden sonra veya bir başarıdan sonra da bulunulması gereken bir hal olduğunu anlıyoruz. Elbette günahımız çoktur ve bu günahlardan arınmanın temel yoludur tevbe. Ancak tevbe, esasında sürekli içinde bulunulması gereken bir halin de adıdır… İnsan devamlı bir tevbe halinde olmalıdır. Estağfirullah, estağfirullah diyerek yaşamalıdır. Yollarda yürürken adım başı estağfirullah demelidir. Hani her günahından sonra odaya bir taş atan adam var ya… Bizim durumumuz ondan çok daha beterdir. Biz, her bir günahımız için bir odaya taş atmaya kalkışsak, attığımız taşlarla kim bilir kaç oda, kaç ev dolar? Çünkü hiçbir şeyin hakkını yeterince vermiyoruz, yapmamız gerekenleri hakkıyla yapmıyoruz. Rabbimizin verdiği envai çeşit nimetin farkında değiliz ve verdiği nimetlerden dolayı hakkıyla şükretmiyoruz. İnsan olma, akletme, sağlıklı olma, hidayet bulma, O’nun yolunda cihad edebilme nimetlerinin kıymetini bilmiyoruz, bunlara yeterince şükretmiyoruz. Şükürsüzlüğümüzün tevbeye ihtiyacı var… Yaptığımız ibadetlerde yüzlerce eksik, binlerce gaflet hali, belki de riya var. İbadetlerimizin tevbeye ihtiyacı var… Günah zannetmediğimiz çeşit çeşit günahımızın, tembelliklerimizin, para, zaman, sıhhat israflarımızın tevbeye ihtiyacı var… Hatta Rabia Hatun’un dediği gibi, bizim tevbemizin bile tevbeye ihtiyacı var.
GÖZYAŞI…
Necip Fazıl’ın Reis Bey kitabında, mahkeme reisi ile idamlık genç arasında bir diyalog geçer. Diyalogda idamlık genç der ki: ‘Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız. Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz…’ Ümmet olarak o kadar acılı ve çileli günlerden geçiyoruz ki, ağlamamak elde değil. Gerek şahsi gerekse de toplum olarak o kadar çok hatamız ve günahımız var ki, ağlamamak elde değil. Yükümüz ağır, ömrümüz kısa, ölüm meleği ise ensemizde, ağlamamak elde değil. Eğer ağlayamıyorsak anlayamıyoruz demektir. Neyi mi anlayamıyoruz? Yetim kalan çocukları, çocuğunu kaybeden anne babaları, evleri başlarına göçenlerin ıstırabını, yurtlarını terk etmek zorunda kalanların çilesini, gurbetin acısını… Ağlayamıyorsak anlayamıyoruz demektir… Günahlarımızın çokluğunu, ömrümüzün bitmekte olduğunu, hesabın zorluğunu, cehenneme girmenin dehşetini, cennete girebilmenin ucuz yolla olamayacağını anlayamamışız demektir… ‘Aşk ağlatır…’ derler eskiler. Âşık olmadığımızdan ağlayamıyoruz. Ağlayamayınca anlayamıyoruz. Allah aşkıyla dopdolu olan yüreğin nasıl kaynadığını, âşık olanın dünyaya karşı umursamazlığını, aşkla yapılan cihadı, mücadeleyi, fedakârlığı, sabrı, bu aşkın bütün dünyayı değiştireceğini, bu aşkla ancak bu davanın ağır yükünün taşınabileceğini… Ağlayamıyorum diyen sahabeye ağlaması için, yüreğinin yumuşaması için, yetime şefkati, fakirlerle yemek yemeyi tavsiye eden Efendimizin nasihatine, hepimizin kulak vermesi gerekiyor. Biz de ağlayamıyoruz. Ağlayamamak tabibe muhtaç bir derttir. Nasıl ki kalbin damarları tıkandığında tabipler onu açmak lazım diyor. Ağlayamayan kalbin de tıkanmış manevi damarlarını açmak lazım. O damarları, tazyikle coşan bir suyun tıkanan bir yeri açması gibi, güçlü bir duyguyla, yani aşkla açmak lazım.
Rabbimiz Teâla buyurur: ‘Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz…’2
Efendimiz buyurur: ‘Siz benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız’3
Rabbimiz ‘AĞLAYIN!’ diyor… Efendimiz ‘AĞLAYIN!’ diyor. Ümmetin halini, günahlarını gör de ağlama! Böyle bir şey mümkün değil! Yüreği taş kesilmeyenler ağlar.
Rabbimiz Teâla ağlayamayan, yüreği taştan da katı olanlar için buyuruyor: ‘Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri vardır ki Allah korkusuyla yuvarlanır…’4 Rabbimiz kalplerimizi, kendi sevgisiyle- korkusuyla ve ümmetimizin sevgisiyle-derdiyle yumuşatsın. Kalbimizden hüznü, gözümüzden yaşı eksiltmesin.
Ağlayamıyorsak, anlayamıyoruz demektir
Ümmet olarak o kadar acılı ve çileli günlerden geçiyoruz ki, ağlamamak elde değil. Gerek şahsi gerekse de toplum olarak o kadar çok hatamız ve günahımız var ki, ağlamamak elde değil. Yükümüz ağır, ömrümüz kısa, ölüm meleği ise ensemizde, ağlamamak elde değil. Eğer ağlayamıyorsak anlayamıyoruz demektir.
1.Al-i İmran, 191
2. Necm, 60-61
3.Tirmizi, Zühd
4.Bakara, 74