Öncü Şahsiyetler

Ebu Hanife -1

Paylaş:

 

“Başkalarının yaptığından daha çok ibadet ve taatte bulunmaya çalış ki, ilmin meyveleri üzerinde görülsün.”

Büyükleri anlatmaya hacet yoktur aslında, onları örnek alamıyorsak… Çünkü anlatılmaya ihtiyaçları yoktur onların, büyüklüklerine zaman şahittir...

Zamanın şahit olduğu bir şahsiyet daha hayatının kapılarını aralar bize… Bu defa da ilmi ve üstün zekâsı ile bilinen bir imam örneğimiz olur. İlme düşkünlüğü ile bilinen, ömrünün son demine kadar meselelere Kur’an- sünnet ışığında bakan ve Allah’ın özel olarak bahşettiği ince anlayış sayesinde birçok zor meseleyi kavrayan bir müctehidtir İmam Âzam.

İmam-ı Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur olan Numân Bin Sâbit Bin Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamıdır.

Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. Kendisinin ve ailesinin Arap olmadığı kesindir fakat Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır. İslâm’ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân Bin Sabit, küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım’dan aldığı rivâyet edilir.1 Numân Bin Sabit gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa’bî ’nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Ebû Hanife, Şa’bî’nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: “Günün birinde Şa’bî’nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana: ‘Nereye devam ediyorsun?’ dedi. Ben de: ‘Çarşı pazara’ dedim. ‘Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?’ dedi. Ben: ‘Hiçbirinin’ diye cevap verince Şa’bî: ‘İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum’ dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah’ın inayetiyle Şa’bî’nin sözünün bana çok faydası oldu.” Kendisinin de belirttiği gibi Şa’bî’nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs Bin Abdurrahman’a devrederek tüm zamanını ilim meclislerinde geçirmiştir.  Ve yaşı henüz yirmi ikidir.2

En verimli yıllarını İslam’a hizmette aktif olarak geçiren birçok büyüğümüz gibi İmam-ı Âzam da yirmili yaşlarını İslam’a hizmetle ve Allah’a kullukla geçirdi. Aslında gençliğin, kişinin ömrüne kattığı değerler ve kazanımlar örnek şahsiyetlerin hayatlarıyla gözler önüne serilir her defasında.  Allah Rasulünün ashabını hatırlayalım yeniden. İlk iman edenlerin çoğunun gençler olduğunu görüyoruz. Cihad meydanlarında korkusuzca savaşan birçok sahabinin de henüz yirmili yaşlarda olduğuna şahit oluyoruz. İstanbul’un fethini hayal eden ve bu hedef için uykuları kaçan Fatih, yine yirmili yaştaydı. Dolayısıyla her açıdan en verimli çağını yaşayan gençlerimizin tekrarı olmayacak olan bu altın çağlarını, en değerli maksat ve değer uğruna feda etmeleri kendilerinden beklenen bir hakikattir. Bu yaşlarda ilmi tahsil etmeyecekse bir genç, bu dönemde İslamî faaliyetlerin içerisinde yoğrulup büyümeyecekse, İslamî şahsiyete genç yaşta erişemeyecekse hangi geç kalınmış zaman bu zamanın verimini sağlayabilir? Zamanın tam da gençliği gösterdiği bir anda tüm genç kardeşlerimizin, bu imkânlarını en değerli ve kazanımları bol bir şekilde geçirmeleri hem kendileri hem de İslam’ın hâkimiyeti için ne derece elzem olduğunu idrak etmeleri gerekmektedir.

Gençliğini İslamî ilimleri tahsil etmekle geçiren Ebû Hanife’nin yaşadığı yer ve çağda itikâdi fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e zulmü devam etmişti. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sabit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletmiş ve kelâm ilmine yönelmişti. Tartışmak (cedel) için sık sık Basra’ya gitti, ancak kelâm ve cedelin bazı hatalara ve sapmalara neden olduğunu görerek fıkha yöneldi. Bu husustaki tavrını şu sözleri özetlemektedir: “Arkadaşını tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer.”3 Kendisi bunu şöyle anlatır: “Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden iyi anladılar. Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı bıraktım; selefin yoluna döndüm. Kelâmcıların selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm.”4

Bu sözlerinden sonra kelamcılarla yolunu tamamen ayıran Ebû Hanife; aynı zamanda takva ve vâkar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fıkhı sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmişti. Ebû Hanife’nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır.5 Müctehid öğrencilerinden en meşhurları; Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan es-Şeybânî,  Dâvûd et-Tâ, Esed Bin Amr, Hasan Bin Ziyâd, Kasım Bin Maan, Ali Bin Mushir, Hibban Bin Ali ’dir.

İmamı tek seferde anlatmak ve İslamî ilimlere sağladığı katkıları, hayat düsturunu bir defada kaleme almak elbette mümkün değildir. Devamını bir sonraki sayımıza bırakıp konuyu burada noktalarken; son olarak İmam-ı Âzam’ın veciz sözlerinden birini sizlerle paylaşarak yazımızı burada sonlandırıyoruz.

“Cehaleti terk et. Ölünceye kadar fıkıh ilmi öğren. Çünkü fıkıh ilmini bilene hadîs-i şerîfte müjde vardır: ‘Allah Teâlâ kime hayır murad ederse, onu dinde fakih kılar.’ Yani, helal haram ilmini güzelce anlar ve ona göre amel eder”

1-İbn Hacer Heytemî, Hayratu’l Hisan, 265

2-Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970. 43

3-Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333

4-İbnü’l Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111

5-el-Kerderî, Menâkıbu’l-İmâm Ebû Hanife, II, 218