İmam-ı Âzam Ebu Hanife, on sekiz yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad’ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, hocasının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden bir talebeydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı. Hammad’ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebu Hanife, kendisine vekâleten talebelere ders verirdi. Hatta fıkhî meselelerde sorulan sorulara cevap verir, hocası geldiğinde o sorulara verdiği cevapları söyler ve hocası da cevaplarının çoğunu tasdik ederdi.
Kufe’nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, Ebu Hanife’nin ders vermesi hususunda ittifak edildi ve o da bunu kabul etti. Zühd, takvası ve üstün zekâsıyla kendini etrafındakilere kısa sürede kabul ettiren Ebu Hanife, çok az bir zamanda herkes tarafından tanınan bir şöhrete sahip oldu. Fakat hiçbir zaman onun gayesi bu olmamıştı. Verilen sadece lütf-u ilahi idi ve bunun farkındaydı.
İmam-ı Âzam’ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri; talebeleriyle istişare yapmaktı. Çoğu zaman kendi reyi talebelerinden daha isabetli olduğu halde yine de onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Bu hususta talebesi Züfer’den nakledilen şu rivayet onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. İmam Züfer şöyle der: “Ebu Hanife’nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife’nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf’a hitaben: ‘Ey Yakup vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim’ dedi.”1
Yine onun: “Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır” dediği; “Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir?” diye sorulunca da: “Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır” şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir.2 İmamdaki bu mütevazi hal, gerçek ilim ehlinden başkasında zuhur etmez. Bilenler hiçbir şey bilmediklerini bilerek büyüdüler, bir şey bilmediğini bilmeyenler çok şey bildiklerini zannederek günden güne küçüldüler!
Ebû Hanîfe önceleri bir müddet Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ‘bunu kabul etmeniz gerekir’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz.”3 Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: “Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz.”
Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu
İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. Bu hususta şöyle der: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üzerinde konuştuğu her şeyi, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz.” 4
Ebu Hanife’nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah’ın kitabına sonra Rasulullah’ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamakta, o hususta kendisi daha güzel bir görüşe ulaştıysa onunla amel etmektedir.
İmâm-ı Âzam, usûlünü şöyle açıklamıştır: “Allah’ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasulullah’ın güvenilir, âlimlerce mâlum ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin reyini alırım… Fakat iş İbrâhim, Şâ’bi, el-Hasen, Atâ… gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim.”5 Buna benzer başka bir ifadesi de şöyledir: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den gelen baş üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terk etmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız.”
Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: “Allah, Rasulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı” demiştir.6 Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: “Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife’nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyan-ı Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu’s-Sadık ve diğer âlimler girdi. Ebu Hanife’yle konuşarak: “Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir” dediler. Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: “Ben önce Allah’ın kitabıyla, sonra Rasulü’nün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım.” Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife’nin elini öptüler ve: ‘Sen âlimlerin efendisisin’dediler.”7
Âlimlerimiz her zaman sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnetle bir hüküm icra olmuşsa, o hususta hiçbir söz söylemeden sünnet ile amel etmenin gerekliliğini öğrencilerine özenle tembih ve ikaz etmişlerdir. İlimde, takvada, zühde, zekâda, tecrübede, kalpte ve maneviyatta zamanımızın hocalarından kıyası yapılamayacak oranda yüksek derecede olan bu âlimlerimizin mukallidi olmaktan kendilerini müstağni görenler ve kendilerinin de bir İmam-ı Âzam seviyesinde tahkik edebileceklerini düşünenler, asılda kendilerini ve âlimlerimizi hakkıyla tanımadıkları gözler önüne sermektedirler.
Sahabe’den Gelen Rivayetlere Karşı Tutumu
İmam-ı Âzam Ebu Hanife, Kur’an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görür fakat bunlar arasında tercih yapardı. Bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında olurdu. Ebu Mutı’ el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı’ ona: “Şayet senin görüşün Ebu Bekir’inkine zıt düşerse ne yaparsın?” diye sordu. O da: “Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber’in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim.”8
Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tutumu
Siyasi yapıda İslam’ın gün geçtikçe daha geri plânlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hâkim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, Allah’ın her hususta mutlak otorite sahibi olduğunu anlayamamaktan ileri geliyordu. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah’ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam’ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam’ı yegâne ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için âlimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plâna itilen İslam’ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen yöneticiler, bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında daima rahatsız olmuş ve seslerinin duyulmaması için gereken ne varsa yapmaktan geri durmamışlardır. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle kendi zamanlarında tek kalan bu şahsiyetler arasında İmam-ı Âzam da vardı.
Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.
Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam’ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkânı sağlayamayacağını çok iyi anlamıştır. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: “Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem.”9
Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en ağır işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam’ı temsilinin önemli bir örneğidir: “Allah’a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem.”
Bazılarının hayatları kaleme alınamayacak kadar çok hayırlar içerir, hangisini dile getireyim demekten kendinizi alıkoyamazsınız. Hayatına tanık oldukça hayranlığımızın arttığı bu büyük imamı anlatmaya devam etsek, bir bu kadar daha kelam etmek icap eder. Örnek kişiliği, derin ilmi, üstün zekâsı, hassas kulluğu, Rabbine ve Peygamberine bağlılığı ile bize Rabbimizden lütuf olan büyük imamı saygıyla ve hürmetle yâd ediyoruz. Rabbimizden bu kullarına bahşettiği deruni nimetlerin zerresini bizlere de bahşetmesini niyaz ediyor, âlimimizin nezdinde tüm âlimlerimizi, hocalarımızı saygı ve hürmetle anıyoruz. Allah hepsinden razı olsun.
1. İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402
2. Bağdadi, Tarih, XIII: Cilt, sh. 352
3. Zehebî, Menakıb, 21
4. Ebu Hanife, el-Âlim, sh. 27
5. M. Ebû-Zehra, Târihü’lfıkh, II, 161
6. İbnu Abdilberr, el-İntika, sh. 144
7. Şa’rani, Mizan, C. 1, sh. 53
8. Şa’rani, Mizan, C. 1, sh. 53
9. Mezhepler Tarihi, sh. 231