Esmâ’ül Hüsnâ

Ed-Darr & En-Nâfi

Paylaş:

“Ve Allah’tan başka sana faydası da zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Eğer böyle yaparsan, o zaman hiç şüphesiz sen zalimlerden olursun.”1

Rabbimiz Teâlâ’nın isimlerinden biri olan ed-Dârr; “zarar veren ve zararlı yönleri olan her şeyi yaratan, elem verici şeyleri halk eden” demektir. Bu isim genellikle zıt anlamlı olan “hayır ve menfaat veren şeyleri yaratan” anlamına gelen en-Nâfi ismiyle birlikte zikredilir. Nitekim Rabbimiz Teâlâ kâinattaki her şeyi zıddıyla dengeleyerek, biz kullarına sonsuz güç ve kudrete sahip olduğunu, elimizdeki nimetlerin, bizi kuşatan güzelliklerin kıymetini bilmemizi ve bunu idrak ederek hayatımızı Rıza-i ilahi doğrultusunda yaşamamızı istemektedir. Ezelden beri kimileri Allah’a, zarar veren şeyleri halk etme sıfatını yakıştırmadıklarından dolayı Rabbimizin bu ismini kabul etmeyerek yanlış bir fikrî akıma düşmüşlerdir. Ve derler ki: “Zarar; bir şeyde bulunan eksiklik ve kötü haldir, bu da Allah’ın gayrısında her şeyde bulunur. Bunu Allah’a izafe ederek onu övmüş olamayız…” Hâlbuki bu bakış insanı şirke götürmektedir. Çünkü Allah’ı iyi göstermek için zarar veren şeyleri yaratmaz demek, kötülüğü yaratmaya muktedir başka bir varlığı kabul etmek anlamına gelecektir ki, bu da tevhidden uzaklaşmaktır. Zira tevhid, zarar ve menfaati yaratanın tek bir ilah olarak Allah olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Yani iyinin de kötünün de hayrın da şerrin de oluşumu Allah’ın iradesine bağlıdır. Her kim Allah’ın emirlerine gönülden teslimiyetle itaat edecek olursa kendisine müreffeh bir hayat bahşedilecek, her kim de buna ayak direyip nefsinin peşinden gidecek olursa, o zaman da zarara uğrayanlardan olacaktır. Demek ki Rabbimiz birbirinden farklı iki durumu (hayır ve şer) yaratır ve kul kendi cüz’i iradesiyle hangisine muttali olmak isterse, ona o şeyi nasip eder. Ve bu yüzden denilmiştir ki; “Ed-Darr” âsilere mahrum bırakmakla zarar veren, “En-Nâfi” ise taat sahiplerine tevfik ve ihsanıyla faydalar verendir. Rabbimiz Teâlâ’nın kulları olarak O’nun yarattığı her şeyde hikmeti göremesek dahi hikmetin var olduğunu kabul etmek zorundayız.

İnsanın başına gelen bela ve musibetler kulun hayat yolunda olgunlaşmasını, başına gelenlere sabrederek manevî lezzetlerden faydalanmasını, kendine gelip, Rabbine yönelmesini sağlar. Nitekim burası imtihan yurdudur. Bazen insan hastalıkla imtihan olur sabredemez ve ona yenilir. Hâlbuki onun zarar gibi gördüğü hastalık, aslında kendisinin manevî bir reçetesiydi, sağlığının kıymetini anlamada, zamanının değerini öğrenmede bir yoldu. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu konuya temas ederek şöyle buyurmuştur: “Müminin her haline gıpta edilir. Onun her hali hayır iledir. Şöyle ki; başına bir musibet gelse sabreder ve bu ona ecir kazandırır. Başına sevinilecek bir hal gelse ona da şükreder, bu da ona ecir kazandırır.”2 Hadisten de anlaşılacağı üzere Rabbimiz daima kullarının teslimiyetini denemektedir. Kul da çok iyi bilmelidir ki başa gelen musibetleri Rabbimiz’den başka hiç kimse kaldıramayacaktır. “Andolsun ki onlara: ‘gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan ‘Elbette Allah!’ diyeceklerdir. De ki: ‘O halde gördünüz ya Allah’tan başka çağırdıklarınızı! Eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar O’nun zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun rahmetini tutabilirler mi?’ De ki: ‘Allah, bana yeter.’ Tevekkül edenler, sadece O’na güvenip dayanırlar.”3

Sonuç olarak kulun karşısına bir zarar çıktığında sabretmeli, çareyi Allah’tan beklemeli ve hiçbir zaman kullardan gelen zararı önlemek için Rabbin emirlerinden taviz vermemelidir. Nitekim güldüren de ağlatan da âlemlerin Rabbi olan Allah’tır…

1- Yûnus, 106

2- Müslim, zühd -64

3- Zümer, 38