“Allah kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, güçlüdür.”1
Rabbimizin El-Latîf ismi kelime olarak; “katı olmayan, ince, hoş ve yumuşak” manasına gelirken Esma-ül Hüsna’ da zikredilen manası ise “hakiki, mutlak lütuf sahibi, lütuf, kerem ve inayeti sınırsız, en ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına akıl erdirilemeyen en ince işleri yapan, görünen-görünmeyen türlü yollardan ve yerlerden çeşit çeşit faydalar, ihsanlar bahşeden” demektir.
Dünyadaki canlı, cansız her varlığın intizamlı yaratılması, rızıklarının verilmesi, her varlığın uygun zamanda her türlü ihtiyaçlarının karşılanması Rabbimizin bu sıfatının tecellisini göstermektedir. Nitekim tüm varlıklar bu ismin tecellisiyle ummadıkları yerden rızıklanırlar. Allah’a gereği gibi kulluk edenler bilirler ki; dünyanın içindeki bir takım mutluluklar ve sevinçler, bazı sıkıntıların çekilmesine bağlıdır. Bu, Rabbimizin kahrında bile hiç beklenmedik -adeta sürpriz diyebileceğimiz- bir lütfun gizlendiğini anlatır bize.
Kur’an’ı Kerim’de Rabbimiz: “Andolsun ki Allah Azze ve Celle, mü’minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler”2 buyurarak en büyük lütfun gerçekte, hidayet olduğunu bizlere bildirmektedir.
Rabbimiz Teâlâ’nın özelde Efendimiz’e, genelde her insana çok özel lütufları olmuştur. Duha suresi 6-8. ayette bu olaydan bahseden Rabbimiz, Peygamberimiz’in halini çok beliğ anlatıyor ve buyuruyor ki: “O seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni şaşırmış bulup yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?”
Aynı şekilde, İslam’a davet vazifesini ifa ederken türlü türlü sıkıntılara maruz kalan Peygamberimizi hiç yalnız bırakmayarak daima tesellide bulunması da bu ismin bir tecellisidir.
Kendi yaşantımızı şöyle bir gözden geçirecek olursak; Rabbimizin bize de çok özel olan lütuflarını hiç beklemediğimiz bir anda gönderdiğini ve bizi bu vesilelerle kendine yaklaştırmak istediğini rahatlıkla görebiliriz. İnsanın her an alıp-vermekte olduğu nefesi dahi bu ismin bir tecellisi iken, dağların birer direk gibi oluşu, gece ve gündüzün insan yaşantısına mutabık olması, gözle görülecek olan her yerin sanki bir nakış gibi işlenmiş olması da bu ismin bir tecellisidir.
Lütuflarını kullarına karşılıksız lütfeden bir İlah’a, kulun hayran olmaması ve O’nu rızası doğrultusunda yaşamaması hayret vericidir. Anne karnından itibaren ölümüne kadar bunca lütfa mazhar olan insana düşen vazife; Rabbine nankörlük değil O’na kul olarak hayatını geçirmektir. Bunun karşısında Rabbine nankörlük değil şükür içinde hayatını geçirmelidir. Rabbimiz ki; ilmi her şeyi kuşattığı için kul ondan hiçbir şey gizleyemez. O gizli ve aşikâr kulunun her yaptığını ve zihninden neyi geçirdiğini bilir. Her haline şahittir. Öyleyse kul, Rabbinden uzak olmaz… O halde insan hak etmemesine rağmen kendisine verilen nimetlerden dolayı Rabbine karşı daima mahcubiyet duymalı, ömrünü tertemiz geçirerek günahtan ve isyandan uzak durmalıdır.
1- Şura, 19
2- Al-i İmran, 164