“Çeşit çeşit nimetleri daima bağışlayıp duran, mü’min ya da kâfir ayrımı yapmadan kullarına karşılıksız ihsan eden, nimetlerinin ardı arkası kesilmeyen.”
Allah Azze ve Celle’nin bu ismi şerifi “he”’nin kesresiyle ‘hibe’dendir. Hibe herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak manasındadır. Vehhâb ise mübalağa ve tekerrür ifade eden bir kalıptır. Bu da her zaman, her yerde ve her şeyi verebilme gücüne sahip olmaktır. Başka bir tarife göre ise Vehhâb ism-i şerifi istihkak (hak ediş) ve istidad (hazırlık) esası gözetmeden sürekli olarak lütuf ve ihsanda bulunan demektir.
Kullara verilen nimetlerin birçoğu istihkak ve istidaddan dolayıdır. Ama bir kısım nimetler de vardır ki; bu esaslar gözetilmeksizin verilir ve verilirken de istihkak ve istidadın gereğinden çok daha fazlası olur. Mesela muhtaç olana malın, hasta olana şifanın verilmesi gibi. Kur’an’ı Kerim’de de Rabbimizin El-Vehhâb ismi gereği verdiklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1–Hz. İbrahim’e İshak ve Yakup Aleyhisselam’ın verilmesi: “İşte onlardan ve onların Allah Azze ve Celle’den başka taptıklarından ayrılınca biz ona İshak ve Yakup’u armağan ettik ve hepsini Peygamber yaptık.”1
2-Musa Aleyhisselam’a kardeşi Harun Aleyhisselam’ın Nebî olarak verilmesi: “Ona rahmetimizden dolayı kardeşi Harun’u peygamber olarak armağan ettik.”2
3-Cebrail Aleyhisselam’ın Hz. Meryem’e bir çocuk vermek üzere gönderilmesi: “Ben dedi sadece Rabbinin elçisiyim; sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye geldim.”3
Bunlar insanların kendi istekleri ve güçleri dâhilinde değildir ve zaten bunlara bir kulun tek başına ulaşabilmesi de mümkün değildir. Ama Allah Azze ve Celle bu ismi gereği ile dilerse bunları kullarına verebilir. Hem de hiçbir karşılık beklemeksizin. Nitekim Allah ile kulun farkını ortaya koyan en büyük ayrılıklardan birisi de burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü insanlar bir iyilikte bulundukları zaman daima gerek maddî gerekse de manevî bir karşılık beklerler; bazen övülmek, mal, makam, şöhret sahibi olmak isterler ya da beğenilmemekten, kınanmaktan korkarlar… Yani insanların birbirlerine yardımı ve fedakârlıkları karşılığa binaen ve bir takım ihtiyaçlardan dolayıdır. Netice itibarıyla bir karşılık bekledikleri için bu bağışları gerçek bir bağış sayılamaz ama Rabbimiz Teâlâ’nın yaptığı elbette ki bu nev’îden değildir. O bizlere sayamayacağımız ve bazen farkına bile varamayacağımız kadar nimetleri hiçbir karşılık beklemeksizin vermiştir. Bizleri hiç yokken var etmesi, sadece mevcudiyetimizle yaratıp bırakmaması, mevcudiyetimizin devamı için bizlere çeşitli faydalarda ve şekillerde varlıklar bağışlaması, varlıkları da yaratarak bırakmaması, onlara da varlıklarını devam ettirecek şekilde bağışta bulunması ve bazen de daha fazla bağışta bulunmak için bizleri hak edeceğimiz hâle getirmesi ve bunların neticesinde hiçbir karşılık gözetmeden biz kullarına lütufta bulunması Allah’ın el-Vehhâb olduğunu görmemize yetmez mi? Hayatımızda bazen beklemediğimiz bir rızık veya emek harcamadığımız bir başarıyı bize lütfeden kimdir? Ya da en sıkıntılı zamanlarda hüzün dehlizine girdiğimizi ve bir daha iyi zamanların bize uğramayacağını düşündüğümüzde, bizi oradan feraha çıkartan, bizlere unutma duygusunu tatdırarak acılarımızı azaltan ve bize umut gibi güzel duyguları bahşeden, Yüce Sahibimiz’den başka kim olabilir ki?
Rabbimizin el-Vehhâb isminin tecelli ettiği insanlardan olmaya çalışarak, ibadetlerimizi bir karşılık beklemeksizin sırf Allah rızası için yapalım. Vehhâb olan Rabbimize sonsuz bir şükür ve minnettarlık duyarak ve bu kadar ihsana, gereğince teşekkür edememenin ezikliğini ve mahcubiyetini iç âlemimizde daima hissedelim. Ve cennetin ömür boyu çalışmakla asla elde edilemeyeceğini, bunun ancak Allah’ın lütfu ile olacağını idrak ederek Rabbimizden cenneti kazanacak ameller yapabilmeyi isteyelim.
1. Meryem, 49
2. Meryem, 53
3. Meryem, 19