Esmâ’ül Hüsnâ

El-Ğaffar Azze ve Celle

Paylaş:

“Daima affedici olup mağfireti, bağışlaması sonsuz olan, yeniden işlenen günahları örten.”

Yüce Rabbimizin bu ism-i şerifi “gafr” kökünden türeyerek “örtmek, gizlemek, kirlerden korumak için bir şeyin üstünü örtmek” anlamına gelmektedir. Allah Azze ve Celle’nin Kur’an-ı Kerim’de bu manayı ihtiva eden üç ismi daha vardır. Bunlar sırasıyla şöyledir:

                1) El- Ğafir: Umumiyet itibariyle kötü ve yüz kızartıcı sözleri ve işleri örten demektir. Bu sayede insanlar birbirlerini severler.

                2) El- Ğafur: Çirkinlikleri melekût âleminden dahi saklar. İster ki kulunun yaptığı hatayı melekler, cinler ve görünmeyen tüm varlıklar bilmesin. Yoksa kulu onlara karşı mahcubiyet duyar.

                3) El- Ğaffar: Günahı sahibine dahi bütün bütün unutturur. Kulunun yapmış olduğu hatası olmasına rağmen, kuluna o hatayı hiç işlememiş gibi mağfiret eder. Yani kulunun hatasından dolayı kulunun yüzünü dahi kızartmaya kıyamaz.

Ğaffar” kelimesi yapılan hatanın niteliğinden ziyade niceliğine delalet eder. Yani Allah Azze ve Celle kullarına âdeta demek istemektedir ki; kaç defa hata yaparsan yap, kaç defa günaha girersen gir ama yine de bana dön, benden affetmemi iste, ben de seni El -Ğaffar sıfatım ile affedeyim. Demek ki insanda esas olan hatasızlık değildir. Hatadan sonra pişmanlık duymak ve bir daha yapmama azminde olmaktır. Nitekim Rabbimiz Teâlâ insanı dünyaya gönderirken onu hem hayra, doğruya, güzele meyilli, hem de şerre, kötülüğe, çirkine meyilli olarak yaratmıştır. İnsan hangi yolu seçerse seçsin ister takva yolunu ister fısk yolunu hiç fark etmez, her iki yolda da ilerlerken Allah’ın kendisine vermiş olduğu cüz’î iradesini kullanacaktır.

Rabbimiz elbette ki kullarına zulmetmek istemediği gibi, kullarından gereksiz yere bir beklenti içinde değildir. Çünkü Allah Azze ve Celle yarattığı insanı tanımakta, onun zayıf olarak yaratıldığını, nefsinin ona fısk-ı fücuru ilham ettiğini gayet iyi bilmekte. Ve çok ilginçtir ki; Allah Azze ve Celle kulundan hatasız bir hayat beklemiyor. Eğer kulundan hatasız bir hayat bekleseydi,  dünyayı insanlarla değil meleklerle doldururdu. Hâlbuki Allah insanı zıtlıklarla dolu bir hayat içinde yaratıyor ki; kulunun mücadele ederek, çırpına çırpına, yüreğini yaka yaka, acz içinde ağlaya ağlaya derecesinin yükselmesi istemektedir. Nitekim Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder, yerinize günah işledikten sonra af dileyecek bir millet getirir ve onları affederdi”  buyurmaktadır.1 Demek ki kul hata eder, nisyana gider, nefsi alışkınlarından anında vazgeçemeyebilir ama önemli olan yaptıklarının farkına varıp Allah’ın karşısında bunun mahcubiyetini gönülden hissetmek, bir daha o günaha düşmemek için çaba sarf etmektir. Kula düşen; bu uğurda gerek nefis ile gerek şeytan ile gerek fasık olan bir çevre ile sıkı bir mücadeleye girmek ve Allah’ın yardımı ve izniyle bu savaşı kazanmaktır. Bu yüzden Allah kitabında çoğu yerde Ğaffar olduğunu vurgular ve şöyle buyurur: “De ki: “Ey haddi aşarak nefislerine karşı zulmetmiş ( israf etmiş olan) kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”2 Bu ayet için Kur’an’daki en ümit verici ayet olduğu söylenir. Çünkü nefsine zulmeden, israfçı, günahkâr kullara çağrıda bulunuyor. Onları yanlış yoldan dönmeye, Allah’ın affına güvenmeye davet ediyor. Rabbimiz ile aramızda ayrılığın olmasını istemeyen Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de hadîs-i kudsîde: “Ey Âdemoğlu! Sen yeryüzünü dolduracak kadar günahla huzuruma gelsen, fakat bana hiçbir şeyi ortak koşmamış olsan ben de seni yeryüzü dolusu mağfiretle karşılarım”3 buyurarak Rabbimizin rahmet deryasının, günahın büyüğünü,  küçüğünü ve her çeşidini kuşatıcı olduğunu anlatmaktadır. Tabi bu ümit; günaha sevk etmek için değil, bilakis en günahkâr kulların bile bir an önce tevbe edip Allah’a yönelmesi içindir. Çünkü insan dünyanın güzelliğine kendini kaptırır, hevasına tâbi olur, kalbini haktan çevirip batılla doldurmaya çalışırsa elbette ki merhamet bir yere kadar olur bu kullar için. Çünkü bu insanlar bu halleriyle hem kendilerine, hem de başkalarına zulmederler. Allah’ın kendisine tertemiz verdiği ömrü ve bedeni işlediği günahlarla kirletirler. Günahın çirkin suretini görmek, kokuşmuş nefesini duymak istemezler, bir zift gibi kararmış kalplerinin çığlıklarını kulak ardı ederler. Her gün işlediği günahlarla bir çıkmazın içine girer ve âdeta bir pislik çukurunun içine batarda imdat istediğinde ona bir yardım eli dokunmaz. Zaten bu çirkeften onları çıkaracak, ruhu bu ıstıraptan kurtaracak olan yüce Rabbimizden başka kim vardır ki?

Rabbimiz,  bizleri kıyamet gününde “Allah’ın yanında kusur edişimden dolayı vah bana! Hakikaten ben alay edenlerdendim” diyenlerden ya da “Eğer Allah beni dinine irşad etmiş olsaydı, elbette ben de Allah’tan sakınanlardan ve O’na şirk koşup mâsiyet işlemekten uzak dururdum” diyenlerden ya da “Keşke benim için bir kez dönüş olsaydı da, güzel hareket edenlerden olsaydım” diyenlerden eylemesin…

Ey hayatın ve ölümün sahibi!

Yüreğimin, beynimin, gönlümün sahibi!

“Malik-e’l-mülk” olanım!

Ey bağışlaması bol Rabbim!

Ey ümidim kırıldığında ümit verenim!

Bana ümit ver! Beni ümitsiz bırakma!

Ey affedicim!  Ğaffâr ismine sığınıyorum. Dilimde “istiğfâr”, kalbimde hüzün, gözümde yaş...

Beni affet Allah’ım! Beni affet Allah’ım!

 

  1. Müslim, Tevbe, 11
  2. Zümer, 53
  3. Tirmizi, Deavât, 106