Yaratan, rızıklandıran, acziyet ve cehaletimizin şaşkınlığında başıboş bırakmayıp hayatımıza en güzel düzeni koyarak bizleri şereflendiren Yüce Rabbimize hamd-u senalar olsun.
Ümmetine karşı şefkat dolu yüreğiyle, gece gündüz durmadan çalışarak insanlığın kurtuluşu için gösterdiği üstün gayret ve hassasiyeti bizlere miras bırakan Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e salât ve selam olsun.
Yine Allah Azze ve Celle’nin selamı, rahmeti ve bereketi, Rasûl’ünden teslim aldığı sancakla, Allah Rasûlü’nün yatmadığı rahat yatağı kendi nefsine de hoş görmeyerek İslam davasının salahiyeti için rahatını feda eden ashabının ve onlara tâbi olan salihlerin, âlimlerin, şehitlerin ve bu uğurda gayret sarf eden bütün mü’minlerin üzerine olsun.
Zekât, üzerinden belli bir zaman geçmiş olarak belli miktarda bir malın (ki malın çeşidine göre değişir) bir miktarını vermek manasına gelen ve bazı şartlara sahip her mükellef Müslümana FARZ olan ibadetin adıdır.
Fert ve toplum olarak Allah’ın yarattığı fıtratı kaybedenler, çeşitli alanlarda sarsıntı yaşamaya mahkûmdurlar. Çünkü denge bozulmuş, değerler alt üst olmuştur. Kaybolan her değer bir fay hattı oluşturmakta ve sık yaşanan sarsıntılar neticesinde toplumda çöküşler meydana gelmektedir.
Yüce Rabbimiz sarsılan ve çöküntüye uğrayan hayatımızı üç ana direkle sağlamlaştırmak istemektedir. “Huşu ile namaz kılan erkekler ve kadınlar, zekât veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar…” [1]
Rabbine karşı kişisel sorumluluğu olan namazla benliğini tanıyan insan, toplumsal sorumluluğu olan zekâtla medenîleşmekte, oruç ile de psikolojik ve bedensel sağlığını muhafaza etmektedir.
İnsan mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılması hasebiyle nefsine, şeytana herhangi bir makama ve mala mülke kulluk yapamaz. Namazla Allah Azze ve Celle’den başka hiçbir makamın önünde eğilmeyeceğini ilan ederken oruçla nefsinin iplerinin elinde olduğunu, zekâtla ise mala mülke ram olmayacağını gösterir. Bu haliyle “De ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah Azze ve Celle içindir.”[2] Ayetini yaşamaya namzet olmaktadır.
Yüce Rabbimizin “halifem” dediği insan, cömertlik, merhamet, yardımlaşma, adalet ve muhabbet gibi duygulara sahip olmakla medenîleşir ve bu şekilde diğer mahlûkattan üstün olmaya hak kazanır.
Ayrıca bu hasletler, sosyal dengeyi oluşturmada da son derece önemlidir.
Zayıfa ve yaşlıya acımanın olmadığı, hak hukukun gözetilmediği, fertlerinde cimrilik ve bencilliğin hâkim olduğu toplumlar asla medenî sayılmadıkları gibi sağlam bir sosyal yapı da oluşturamazlar. Böyle olan toplumlarda insanlar, güçlü zayıf, zengin fakir olarak sınıflara ayrılır, toplumda daimî bir düşmanlık havası hâkim olur.
Sınıflar arasındaki uçurumu kapatmanın yolu sadece işçilerin hakkını savunmak ve mal mülk sahibi herkesi acımasız, zalim, sömürgeci burjuva ilan etmek ve zengin olmayanlarda, aşağılık kompleksi uyandırıp duygularını tahrik ederek düşmanlığı arttırmak değildir elbette. Bu yöntem, ancak toplumu bölerek anarşi ve istikrarsızlığın doğmasına sebep olacaktır.
İslam ise her konuda olduğu gibi bu sorunu da fıtrata en uygun ve en doğal yöntemle çözüme kavuşturmuştur.
Oruç muhtacın halini anlamaya vesile olup merhamet duygusunu geliştirirken zekât ile de toplumda cömertlik, yardımlaşma ve muhabbet havası hâkim olacaktır.
İnsan kazandıkça kalbinde mal sevgisinin artmasına, Rabbine ve insanlara karşı sorumluluklarını unutarak bencilleşmeye temayüllüdür.
Mal sevgisi duruma göre can sevgisinden daha kuvvetlidir. Daima kazanıyor olmak, kazancını kendinden bilmesine ve onu veren asıl mülk sahibini unutmasına neden olabilir. Bundan dolayı şımarmaya başlayan zengin acziyetini unutmaya, muhtaca yardım ve merhamet duygularını yitirmeye başlayacaktır. Malî gücünün artması zamanla kendini müstağnî (ihtiyaçsız) görmesine sebep olarak insanlarla ilişkisini koparmaya götürecektir.
Bencilliği ile yalnız bir hayata sürüklenen insana bir ilaç gibi sunulan zekât ibadeti, malı ona verenin Allah Azze ve Celle olduğunu, kazanma vesilesinin ise diğer insanlar olduğunu ve dolayısıyla malında, Allah’ın da kulların da hakkı olduğunu hatırlatarak kopmaya başlayan bağları yeniden sağlamlaştırır.
Yüce Allah Azze ve Celle toplumda fakirlerin ve zenginlerin varlığı ile bir denge kurmuş ve gelişmeler, fakirin bedensel gücü ile zenginin malî gücünün (emek+sermaye) birleşmesi neticesinde meydana gelmiştir. Bu açıdan fakirin zengine olan ihtiyacı gibi, zenginin de fakire ihtiyacı vardır. Çünkü fakir zenginin işlerinin yardımcısı, mallarının emanetçisidir.
O halde aralarındaki kardeşlik ve muhabbet her iki açıdan da ciddi önem arz etmektedir. Buna rağmen zengin farkında olmadan belki de fakirin hakkına girecek veya konumu gereği kalbini kıracaktır. Gayri ihtiyarî harama düşme ihtimalini de hesaba katacak olursak zekât, fakir ile zengin arasında oluşmaya başlayan uçurumu dengeleyerek muhabbeti tazeleyecek ve malında haram karışma şüphesi olan kısmını temizleyecek olan manevî bir can simidi olarak karşımıza çıkacaktır. Bu vesile ile mal sahibi, nefsi ve malı arınmış olarak Rabb’inin huzuruna çıkacaktır.
Bu arada “Veren el olmanın hazzını yaşayan zengin başkasının malına tamah etmekten de arınarak asilleşir ve asla sömürgeciliğe tenezzül etmez hale gelir.”
Patronun zekât vererek hem Allah Azze ve Celle’nin hem de kulların hakkını gözettiğine şahit olan işçiler, işçi-patron düşmanlığına girmeyecek ve toplum komünizm tehlikesinden de uzaklaşacaktır.
Buna rağmen zekât maldan ciddi bir eksiltme değil, bereketlendirmedir. Birini Allah Azze ve Celle için veriyorsan otuz dokuzu sana kalmaktadır. İnsan en azından bu kadarını tam hesap etmeli, verdiğine değil kalana bakmalıdır. “Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babasından bir salkım üzümü esirgemiş.” misali olmamalıdır. Rabbinin ikramı ile kazandığı malından yine Rabbine verirken cimrileşerek asaletini kaybetmemelidir.
Bu durumda bize düşen, bu kadar hikmeti, koyduğu bir kanunla gerçekleştiren Yüce Allah Azze ve Celle’nin önünde saygı ile eğilerek bütün kalbimizle Said Nursî Hazretleri’nin ifade ettiği şu cümleyi söylemek olacaktır: “İslam’ın bir hakikatine bin canım olsa feda etmeye hazırım.”
İslam toplumunda bir fakirin ihtiyacı bu kadar düşünülerek hassas bir kurala bağlanmıştır. Bugün ise İslam yaşanmadığı için Yüce Rabbimizin ve kullarının hakkının çiğnendiği, zulmün yangın gibi İslam âlemini sardığı ve mazlumların: “Akan kanlarımızı durdurmak için katından yardımcılar gönder.” diye yalvararak gözlerini şafağa dikerek bekledikleri bir zamanı yaşıyoruz. O halde Müslüman için, farz olan zekâtı eda ederek ve infak şuuruyla davasını güçlendirmeye çalışması ayrı bir önem taşımaktadır.
İslam davasının en zayıf olduğu yılların öncüleri sahabe nesli, ahirete yatırım şuuruyla, bir kardeşinin ihtiyacı olduğunda ve cihad için gerekli olduğunda vermekten geri durmamıştı. Kadın erkek, zengin fakir elbirliği ile toplanan infaklarla Mekke fethedildi, düşmanlar dize geldi.
Bugün: “Ey Rabbim (Tevhid) kelimen yüce olsun diye doğacak öncü neslin uğrunda malım, canım feda olsun.” diyecek neferler ne kadar da şanlıdırlar. Bugün Müslümanların zekât ve sadakalarını, İslam kardeşlerinin ve Allah Azze ve Celle’ın davasının yarasına merhem olmak için “Allah yolunda” (fî sebîlillah) verme günüdür.
Dolayısıyla bugün hedef sadece bir fakirin rahat nefes alması değil, el birliği ile binlerce fakirin, binlerce mazlumun, bir ÜMMETİN KURTULUŞU olmalıdır.
Allah’u Teâlâ, Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah’a ve rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte büyük mutluluk ve kurtuluş budur. Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih! Mü’minleri müjdele.”[3]