Medine…
Gül kokulu, peygamber kokulu Medine… Ravza ve mimber arasında Efendimizin “cennet bahçesi” dediği yerde iki rekât namaz… İnsan, burada iki rekât namaz kılıp bir sünneti yaşamak için, ezilme pahasına mücadele eden insanları görünce, ‘acaba bu insanlar çok daha mühim sünnetler için bu mücadelenin zerresini veriyorlar mı?’ diye düşünmekten kendini alamıyor.
Medine huzur veriyor insana. Sessiz, sakin, mahzun bir şehir Medine. Havası güzel, suyu güzel, insanı güzel... Tüm hacca gelenlere ensar olan bir şehir Medine.
Afganlı bir kadınla yan yana namaz kılıyoruz. Çok üzgün, sürekli ağlıyor. Neyi olduğunu sorduğumda, Amerika uçaklarının evini bombaladığını, üç çocuğunu ve eşini kaybettiğini öğreniyorum. Anlatıyor, anlatıyor anlattıkça gözleri pınar gibi çağlıyor. Peygamberle dertleşmek için, göğsündeki harlı yangını biraz olsun küllemek için gelmiş adeta Medine’ye. Onunla konuştukça “kahrolsun Amerika!” diye söyleniyorum. Medine kaldırımlarında yürürken derisi kemiğine yapışmış, ayağı kınalı Afrikalıları sık sık görebilirsiniz. Bir Afrikalı kadın zayıf mı zayıf, bir anda ayağı takılıp düşüyor. Ben onu görünce yine “kahrolsun Amerika, kahrolsun Avrupa, kahrolsun emperyalizm!” diye diye söyleniyorum. Bir Afrikalının ayağının takılıp düşmesinden de mi onlar sorumlu? Evet onlar sorumlu.
Uhud Dağı, Ayneyn tepesi… Uhud’u tekrar yaşıyoruz. Okçular sanki bugün de yerlerini bırakmışlar ve savaşın gidişatı değişiyor. Bağırmak istiyorum, “neden ayrılıyorsunuz yerlerinizden, neden şerefli vazifenizi terk ediyorsunuz, neden dünyaya dalıyorsunuz…” Sanki Cibril yine telaşla koşuyor Rasulullah’ın kanı yere damlamasın diye… Sahi bugün yaşanmıyor mu Uhud? Bugün Uhud’un âlâsı yaşanıyor. Vazifelerinin kıymetini bilmeyenler, dünya sevgisiyle görevlerini bırakanlar, cihadı terk edenler yok mu? Bugün Uhud’un âlâsı yaşanıyor.
Medine’den ayrılırken, Peygamberimizin mübarek ravzasından ayrılırken, gözyaşları sel olup akıyor. Layık değiliz ama, insanın içinden bir büyük temenni geçiyor: ‘Kevser havuzunda buluşmak ümidiyle Ya Rasulallah.’ Ve bir de olmayacak, olamayacak bir temenni… ‘Bir daha gelsen Mekke’den ve bize de bir Medine kursan. Ah Ya Rasulallah! Bir asrı saadette bize yaşatsan çirkef asrı 21. yüzyılda… Sessizce ümitsizce imkansızı isteyen cümleler dökülüyor dillerden.
Medine Mekke yolunda Mik’ad yeri olan, Zul Huleyfe- Âbârı Ali (Ali çukuru) Camiinde ihrama giriyoruz. Yolculuk boyunca dillerde telbiyeler… “Lebbeyk Allahümme lebbeyk lebbeyke la şerike leke lebbeyk innel’hamde ve’n ni’mete leke ve’l mülk la şerike lek.” İhrama girince hacca gelenlerin dilinde hep bu tesbih: “Buyur Allah’ım buyur işte kapına geldim, buradayım Sen’in eşin ve benzerin yoktur.Bütün hamdler, şükürler yalnızca Sana’dır ve mülk Sen’indir.”
Kâbe’yi görmeden önce bir telaş alıyor insanı. Heyecanla karışık bir korku sarıyor kalbi. Ve Kâbe’yi gördüğüm ilk an… Belki de herkes farklı şeyler hissediyordur ama benim içime bir dinginlik çöktü. İnsanı sakinleştiren, bütün telaşını dindiren bir tesiri var Kâbe’nin. İnsan sadece o ilk andaki duayı kaçırmamak ve doğru duayı yapmak için telaşlanıyor.
Kâbe’nin etrafında fırfır dönüyoruz. Ya Rabbi! Emrine amadeyim, etrafında dolanıyorum, ben Sen’in pervanenim Ya Rabbi… Beni kulluğuna kabul edene kadar… Dualarımı kabul edene kadar… Beni affedene kadar… Burada böyle dönüp duracağım Ya Rabbi… Tekrar tekrar, tekrar tekrar af dileyeceğim… Bıkmadan, usanmadan, muhabbetle- aşkla, ümitle- korkuyla tekrar tekrar döneceğim… Deli-divane gibi… Başımı döndürmeyen, aklımı başıma getiren bir divanelikle döneceğim. O’nun yolundan, davasından dönmeyeceğime söz vere vere döneceğim.
Sa’yı nasıl anlatayım bilmiyorum. Hacersiz sa’y, sa’ysız Hacer anlaşılamaz. Rabbim binlerce yıl önce bir cariyenin, bir siyahî kadının, bir asalet timsalinin, bir sabır ve tevekkül örneğinin, Hz. Hacer’in yaptığı sa’yı bizlere tekrarlatıyor. Rabbim onu hatırlamamızı ve anlamamızı murad ediyor. Kadınıyla erkeğiyle Hacer gibi olmamızı; yani, hayatımız boyunca sa’y-u gayret etmeden hiçbir şey elde edemeyeceğimizi öğretiyor. Nasıl ki Hacer sa’y etti de öyle kavuştu suya; siz de rahmeti ve yardımı öyle elde edeceksiniz diyor. Hatta Hz. Hacer’in telaşla adımlarını sıklaştırdığı yerde, bir kadının sünnetini erkeklere yaptırarak (Hervele: Küçük adımlarla koşma), gayretli bir kadının erkeklere de örnek olacağını anlatıyor. Ey çilekeş Hacer, ey annemiz, o kadar değdi ki sa’yetmene, tevekkül etmene, teslim olmana. Allah gayretinden dolayı seni yüceltti, unutulup gidecek bir cariye olmaktan kurtarıp, unutulmayan ve asırlarca anılan örnek timsali yaptı.
“Hac Arafat’tır” buyurur Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem. Aslında Arafat meydanı kupkuru, renksiz, insanı hiç de etkilemeyen bir ova. Ancak Arefe günü, vakfe saatinde dünyanın en anlamlı mekânına dönüşüyor. Rabbimiz Arafat’ta “dur” diyor. Nasıl ki Kâbe’yi görünce “dön” yani hareket et, her baktığın yerde Allah’ı gör diyor. Arafat’ta da adeta başımızı ellerimizin arasına alıp öylece durup-düşünmemizi, kendimize dönmemizi, kendimizi görmemizi istiyor. Gözlerimizi olanca kuvvetiyle kendimize dikmemizi ve detaylı bir muhasebe yapmamızı öğütlüyor.
Bir hayat muhasebesi yapma, günahlardan arınma, kararlar alma imkânıdır Arafat. Durup kara kara düşünme, düşüne düşüne arınma, hayatında tertemiz bir sayfa açılsın diye kalbin, aklın, ruhun var gücüyle istiğfar etmesidir Arafat.
Tevbenin hücrelere işlemesi, Âdem’in torunu olduğunun ispatıdır Arafat. Vakfe saatinde sanki rahmet yağıyor, sanki her yer melek kaynıyor. İnsanın bütün hataları gözlerinin önünden geçiyor, pişmanlık, pişmanlık, pişmanlık. Gözyaşları günah yığınlarını yıkıyor. Duanın ve istiğfarın sonunda, hüznün yerini sevinç gözyaşları alıyor. Bir Cuma günü, Cuma saatinde, Arefe günü Arafat’ta, cem’u takdim ile birleştirilerek kılınan öğle ve ikindi namazının hemen sonunda yapılan dualar ve istiğfarlar. Bu kadar rahmet dolu bir zamanda rahmetin ve mağfiretin yağmur gibi yağacağını ümit ediyoruz. Ve vakfe tamamlanıyor; tüm hacılar birbirlerini tebrik ediyor, sarılıyor, ağlaşıyorlar.
Arafat’tan sonra Müzdelife yani Meş’ar-ı Haram vakfesi. Arafat’ın vakfesi gündüz, Meş’arın vakfesi ise gece yapılıyor. Rabbimiz gece-gündüz düşünmemizi, şuurlanmamızı murad ediyor. Müzdelife’de, Mina’da atacağımız taşları topluyoruz. Aslında hayatımız boyunca yapmamız gereken bir fiilin provasını yapıyoruz. Ezeli ve ebedi düşmanımız olan şeytanı, ömrümüz boyunca, toplayacağımız taşlarla def edebileceğimiz öğretiliyor. Hacda izdihamın en yoğununu Müzdelife’de yaşıyoruz; Meş’ar sanki mahşer.
Mina’ya yaklaşık 4 saatlik bir yürüyüşten sonra ulaşıyoruz. Yol boyunca insanlar kendilerine ağır gelen yükleri bir bir bırakıyorlar. Yüz binlerce insan bir noktaya doğru adeta akıyor. Cebimizde 70 taşla düşmanımızı taşlamak için sabırsızlanıyoruz. Her bir taşı atarken “Bismillahi Allah-u Ekber Rağmen Lişşeytani Vehızbihi: Şeytan ve hizbi karşısında en büyük olan Allahın adıyla” diyoruz. Rabbimiz, şeytanla olan düşmanlığımızda ortaya koymamız gereken mücadeleyi ete-kemiğe büründürerek gösteriyor, yaşatıyor.
Hac yolculuğu boyunca, insana haccın rükünlerinden çok, cahil insanlarla mücadele meşakkat yaşatıyor. Hacca gelen herkes hacı olmadan hoca kesiliyor. Ve insan, emri bi’l maruf nehyi ani’l münkerin zorluğunu, hacca gelince hoca olduğunu zanneden bu insanlara, bir şeyler anlatmaya çalışırken yaşıyor. Medine’de, Arafat’ta insanların cahillikleriyle verdiğim mücadeleyi ve bu mücadelenin sıkıntısını burada anlatmam mümkün değil.
Her şeye rağmen hac, dünyanın en güzel yolculuğu. Veda tavafında, insan gözleriyle her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışıyor ve asla unutmamak için çektiği fotoğrafları hafızasına nakşediyor. İçinden nehirlerin geçmediği, yemyeşil vadilerin olmadığı, belki de dünyanın en renksiz şehri olan Mekke, haccın maneviyatıyla insanı kendine çekiyor. Ve bir defa giden tekrar tekrar gitmek istiyor. Her ne kadar gitmeyenler tarafından bu iştiyak anlaşılamasa da, bu durum böyledir. Bir gün gitmeyenler de oraları görürse, bu isteği anlayacaklardır. Rabbim tüm kardeşlerimize bu güzelim ibadeti yaşamayı nasip eylesin. (Âmin)
*2006 yılında Hac’da yazdığım günlükten derlemedir.