YAZAR: GÜLHAN KAYNARPINAR
İslam’ın yüce değerleri ayaklar altına alınır ve insanlar zalim diktatörlerin hükmü altına girerek şeref ve onurlarını yitirirse, Allah Azze ve Celle bir kez daha ilahî hükmü ile tecelli eder. O toplumdan insanlığa hakkı hatırlatacak bir öncü var ederek, Müslümanların öze dönmelerini sağlar. Kendilerini tanımlayan isimler farklı olsa da inanç ve mücadele birliği ile hepsi aynı mektebin öğrencisidir. Her biri aynı kaynaktan ilham alarak Peygamber Sallallalhu Aleyhi ve Sellem’i hayatlarının en mühim mümessili yapmıştır.
Onlar karanlığın her yeri sarıp sarmaladığı, yaratılış gayesinin unutulduğu, ölümün kol gezdiği, akılların durağanlaştırıldığı, rotanın yanlış istikamete çevrildiği dönemlerde kendilerini göstermiştir. Bu davetçiler toplumlarını yeniden ayağa kaldırır, Kur’an’ın nuruyla etraflarına ışık saçar ve dünyaya yukardan bakarlar. Onlar her zaman ve zeminde vardır. Arkalarında bıraktıkları kutsal mirasları ile her dem yâdımızdadır.
Adı Hasan el- Benna… Mısır’ın İskenderiye şehri yakınlarındaki Mahmudiye kasabasında dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini kendi kasabasında tamamladıktan sonra yüksek tahsili için başkent Kahire’ye gitti ve Kahire Üniversitesi’nin Daru’l-Ulûm Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek tahsilden sonra İsmailiye şehrinde lise öğretmenliği yapmaya başladı.
İslam’ın sahabe devrindeki yaşanış şekline sonsuz hayranlık duyan, İslam’ın bugün de aynı şekilde yaşanmasını, Müslümanların o temiz ve berrak kaynağa tekrar kavuşmasını isteyen Üstad Benna, hayat nizamının İslam’a göre şekillendirildiği takdirde, ümmetin maddî ve manevî bütün problemlerinin çözüleceğine inanır ve İslam’ı iyi bilen herkesin bu inancı taşıyacağını söylerdi. Müslüman olup da Allah’ın yegâne hüküm koyucu olduğunu anlamayanların; İslam’ın hakikatinden mahrum, İslam’ı iyi öğrenmemiş ve bu yüzden o inanca erememiş olduklarını sıklıkla ifade ederdi. Hasan el Benna’nın şu sözü hayretini ve kaygısını ifade etmektedir. “Ceplerinde ve evlerinde Kur’an-ı Kerim bulunan şu Müslümanların Kur’an’dan uzak kalmaları çok hayret vericidir. İşte bu batılılar, bazen nefsanî yollara başvurarak bazen de kuvveti ve müspet ilimleri kullanarak Müslümanları Kur’an-ı Kerim’in nurundan ve doğru yolundan uzaklaştırmayı başarmışlardır.”1
İnsanların Kur’an’dan ve onun eşsiz mesajından mahrum kalarak cehalete sürüklendiğini fark eden Benna; “İslam’ı birbirimize öğretmeliyiz. Felâketler cehaletlerden doğar. Her şeyden önce mukaddes dinimizi iyi öğrenmeye, öğretmeye ve toplum olarak onu yaşamaya mecburuz” derdi.
Üstad’ı yakından tanıyan Fethi Yeken onu şöyle tasvir eder: “Yüzünün hatlarında devamlı bir elem ve hüzün görünüyordu. Kalbinde Müslümanların dertlerine çareler arama aşkı vardı. Onun bu hali zaman zaman bazı kötülükleri bizzat kendi eliyle değiştirmeye götürüyordu. Nafile ibadetlere devam etmesiyle ruhu enginleşmiş ve nefsi daha da paklaşmıştı.”
İmam Hasan el-Benna, inandığı İslâm davasını Müslümanlara en net hali ile anlatmak ve aynı istikamette onları bir araya getirmek istiyordu. Bunun için de halka inmek ve işe henüz bozulmamış olan halk tabakasından başlamak gerekiyordu. Bu fikrini ilk defa -İsmailiye’de öğretmenlik yaparken- yakın arkadaşlarına açtı. Kendisini destekleyen arkadaşlarıyla fikir birliğine vardıktan sonra birlikte kahvelere gidiyorlar, kahvede vaktini heder eden Müslümanlara son derece hoşgörü içinde yaklaşıyorlar, onlarla anlayacakları lisan ile sohbetler yapıyorlar ve birkaçını alıp namaza götürmeye muvaffak oluyorlardı. Bu şekilde, İslam’ın özünü ve Müslümanların gerçek görev ve sorumluluklarını anlayan ve İslam davasının bir ferdi olarak, kendisini Rabbine adayan nice kişiler bu kervana katıldı.
Üstad Hasan el-Benna bu yıllardan bahsederken şöyle der: “Allah bilir nice geceleri ümmetin dertlerine çare aramakla geçirdik ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldırmak için ne kadar düşündük. Bundan dolayı bazen ağlayacak hale gelirdik.”
Tevhidi anlatmak için yola çıkan Hasan el-Benna’nın davet halkası her geçen gün genişleyerek çoğaldı ve 1929 yılında, merkezi İsmailiye’de olan “İhvan-ı Müslim’in” (Müslüman Kardeşler) teşkilâtı kuruldu. Teşkilat kurulduğunda henüz 23 yaşında olan Hasan el-Benna, teşkilâta başkan seçildi. Kendisine “Mürşid’ül-âm” unvanı verildi.
İmam Benna şehir şehir, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak konferanslar, sohbetler yapmış ve bu şekilde sahih İslam inancını tüm insanlara anlatmaya çalışmıştır. İslam’ı hayatın programı olarak insanlara tanıtmıştır. İslam’ın ibadethanelerde olduğu gibi iş hayatında, ailevî hayatta, cadde ve çarşılarda, siyasi ve diplomatik alanlarda ve hayatın tüm alanlarında uygulanması gereken bir sistem olduğuna ve bu sistemin hayatın tümünü kuşatmasıyla ferdî ve toplumsal huzurun gerçekleşeceğine vurgu yapmıştır.
Hasan el-Benna’nın kurduğu bu hareket ve topluma sunduğu sade ve pak İslam anlayışı daha sonra Müslümanların yaşadığı bütün memleketlerde etkisini ciddi derecede hissettirmiştir. Araplar içerisinde Hasan el-Benna’nın fikirleri model alınarak İslamî oluşumlar şekillendiği gibi Türkiye, İran, Pakistan, Afrika ülkeleri, Endonezya, Malezya gibi coğrafyalarda da Hasan el-Benna’nın fikirlerinin etkisi olmuştur.
Hasan El-Benna’nın bereketli mektebinde Seyyid Kutub, Abdulkadir Udeh, Said Ramazan, Zeynep Gazali, Mustafa Sıbai, Seyyid Sabık, Muhammed Kutub, Said Havva gibi nice İslam âlimleri, mütefekkirleri yetişmiş, eserleriyle, fikirleriyle Müslümanları aydınlatmışlardır.
Allah’ın yardım ve desteği ile hızla büyüyen bu hareket, batılı güçler tarafından tehlike arzetmeye başladı. Müslümanların İslam prensiplerine bağlanarak ümmet şuuru ile birlik haline gelmesi İngiltere, Fransa, Amerika gibi batılı ülkeleri daha çok düşündürüyordu. Şunu çok iyi biliyorlardı ki; İslâm âlemi gerçek manada Kur’an’a sarılıp tek kuvvet haline gelirse, dünya stratejileri ters dönecek, diktatör rejimleri yerle bir olacaktı. Bunun için özellikle İngiltere, teşkilâtın dağıtılması için Mısır hükümetine baskı yapmaya başladı. Hükümet, teşkilâtın faaliyetlerini engelliyor ve kapatmak için bahaneler arıyordu. Bu arada Kral Faruk, bu büyük gelişmelerden dolayı meseleyi İngilizlerle beraber düşünmeye başladı. Filistinde cihat eden İhvan-ı Müslimin mücâhitlerinin Mısır’a gönderilmesinden korkan Faruk, Müslüman Kardeşler’i tutuklatıp hapishanelere doldurdu. Dışarıda sadece Hasan el Benna kalmıştı. Kral’ın maksadı onu öldürtmekti. İşte bu esnada Mahmud Abdulmecid gizli istihbarattan beş kişiyi Benna’yı öldürmeleri için gönderdi. Ve Kahire’nin en büyük meydanında Müslüman Gençler Teşkilatı’nın önünde, 12 Şubat 1949 tarihinde Hasan el-Benna kurşunlandı. Tedavi için hastaneye kaldırıldı ise de Benna’ya müdahale edilmemesi ve kan kaybından ölmesi sağlandı.
Böylece ömrünün sonuna kadar tebliğ için çalışan Hasan el-Benna ruhunu tertemiz olarak Allah-u Teâlâ’ya teslim etti. Cenazesini bir yaşlı babayla birlikte dört kadın kabre götürmüştü. Bölgede elektrikler kesilmiş ve bu dört kadın dehşet verici bir ortamda, tankların arasında Benna’yı götürüp defnetmişlerdi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Kral Faruk Müslümanlar Benna’nın cesedini çıkarıp da gösteri yapmasınlar diye mezarının başında nöbet tutturuyordu.
“Evet, onu öldürdüler… Onlar kuvvetli, Benna ise zayıftı. Onlar hükümran (iktidarda) Benna ise bir kenara itilmişti. Onlar silahlı, Benna ise eli boştu. Evet, Benna’yı öldürdüler, şimdi onlar katil ve mücrim, Benna ise mutlu ve saadet içinde. Daha sonra onlar halkın merhametinden kovulurken, Benna Allah’ın rahmetiyle bağışlanıyordu. Onlar şimdi batı ülkelerinde dağılmış vaziyette. Benna ise istirahatgahında. Allah O’na ve tüm mücahidlere bol bol rahmet etsin…”2