“Şu İşaratü’l-İcaz adlı eserden maksadımız; Kur’an’ın nazmına, lafzına ve ibaresine ait icaz (mucize) işaretlerini ve remizlerini beyan etmektir. Çünkü, icazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder ve en parlak icaz Kur’an’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.”1
“Madem Kur’an Kelâmullah’tır; umum asırlar üzerinde ve arkasında oturan muhtelif tabaka tabaka olarak dizilmiş bütün beşer nev’ine hitap ediyor, ders veriyor. Hem bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâl’inin kelâmı olarak rububiyetin en yüksek mertebesinden çıkıp, bu binler muhtelif tabaka muhataplarla konuşuyor, umumunun bütün suallerine ve ihtiyaçlarına cevap veriyor. Elbette manaları küllî ve umumîdir. Beşer kelamı gibi mahsus bir zamana, muayyen bir taifeye ve cüz’i bir manaya inhisar etmiyor. Bütün cin ve ins’in binler muhtelif tabakada olan efkâr (fikirler) ve ukûl (akıllar) ve kulûb (kalpler) ve ervâhının (ruhlarının) her birisine lâyık gıdaları veriyor, dağıtıyor.
Kur’an-ı Hakim’in kelâm-ı ezeliden gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakât-ı beşere hitap etmesi hasebiyle, manasında bir camiiyet (evrensellik) ve külliyet-i hârika (hârika bütünlük) vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lafzı söylemek gibi cüz’i değil, göz misilli muhît (kapsamlı) bir nazara sahip olmak gibi, kelam-ı ezeli dahi bütün zamanı ve bütün taife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir Kelâm-ı İlahîdir. Elbette onun manası, beşer kelamı gibi cüz’i bir manaya ve hususî bir maksada münhasır (kısıtlı)değildir. Bu sebepten, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat(sarihlik), işaret, remiz(işaret), ima, telvih (açıklama), telmih (hatırlatma) gibi tabakalarla müfessirinin beyan ettikleri manalar, Kavaid-i Arabiyye’ye ve Usul-ü nahve Arapça ve gramer kurallarına ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla o manalar, o kelamdan bizzat muraddır, maksuddur.
Bir şeyin hüsün ve cemâli, o şeyin mecmuunda (toplamında) görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarında görünmez. O şeyin umumunda tezahür eden nakış ve güzellik, her bir kısmında aranmaz. Görünmediği vakit, görünmemesi, onun sebeb-i kusuru tevehhüm edilmez (düşünülmez). Böyle olmasına rağmen, Kur’an Hakim’in sure ve ayetlerinde görünen mucize-i namz (düzen), hey’at (heyetler) ve keyfiyat (nitelik) itibariyle tahlil edildiği vakit, başka bir tarzda yine kendini ehl-i tetkike gösteriyor. İşte bu İşaratü’l-İcaz Arabi tefsiri, icaz-ı Kur’an’ın yedi menbaından bir menbaı olan nazmındaki cezaleti (güzel anlatım) en ince esrarına kadar beyan ve izhar ediyor. Kur’an-ı Hakim’in on, yüz, bin ve binler ve eyyam-ı mübarekede otuz bine kadar semere-i uhrevî veren hurufatının her birine ait, İşaratü’l-İcaz’ın azami ihtimamla onlardaki icazı göstermeye çalışması, elbette israf değil, ayn-î hakikattir. (Hakikatin kendisidir)2
Evet, Kur’an’ın ihtiva ettiği sıfat ve mezayanın hiçbir kelamda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı sure başında ispat edildiği gibi, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın nübüvveti de Kur’an’ın icazıyla ispat edildi. Kur’an’ın icazı dahi tahaddi ile, yani muhalifleri muâraza, mübareze meydanına davet etmekle ispat edildi. Çünkü muârazaya yapılan davet, sükût ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümul bir inkılabı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükut etmek, elbette eser-i aczdir(acziyetin göstergesidir). Kur’an-ı Kerim’in bu ispatlarına karşı kafirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız Kur’an, her hususta hadd-i kemâle baliğ olduğundan (kemâl sınırına ulaştığından) uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.
Ezcümle: “Ateş yakan adamın örneğine benzer” ve “Gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş (kimseler) gibidirler ki” gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur’an’ın getirdiği temsiller, yüksek kelamların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beynennas (insanlar arasında) yapılan mükalemelere, konuşmalara benziyorlar diye muğalata ile halt etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim, onların o haltlarını bu ayetle başlarına vurmuştur. Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icap eder. Onların pek vahi ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş’et etmiştir. O vehimler de, bazı muğalatalardan husule gelmişlerdir. Onların, Kur’an’ın kemâlini tenzil(indirmek) etmek için, Kur’an’ın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri, kıyas-ı maalfarıktır; aralarında dünyalar kadar fark vardır.
Onlar, “Kur’an’ın üslupları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür” diyorlar. Çünkü Kur’an’da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir. Bu cahil herifler bilmezler mi ki, söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine (konuşanına)bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar? Çünkü muhatabın ahvâlini nazara almak lazımdır ki, söylenilen söz o ahvalin iktizası (gereği)üzerine söylensin. Binaenaleyh, Kur’an’ın muhatabı beşerdir. Kur’an’ın maksadı da tefhimdir(anlaşılmaktır). Yani, beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki; belâgâtın iktizası üzerine Kur’an, beşerin hissiyatıyla memzuc(güzel anlatımlı) olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki; beşerin fehmi söylenilen sözden tavahhuş edip ürkmesin. Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir mâlumat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz(kabul etme) ve i’talar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere i’ta edeceği mâlumatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, kat’iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.”
Bediüzzaman Said Nursi
*Kur’an Mucizesi
- İşaretü’l icaz, Kur’an’ın dört temel unsuru
- İşaretü’l icaz
- Bakara, 17
- Bakara,19