“Onlar hem diridirler hem diriltirler.”
Uhud Savaşına gideceğiz sizlerle. Bir avuç yiğit sahabe ve Allah’ın Rasulü adeta ölüm kalım savaşı veriyorlardı. Savaş sırasında Allah Rasulü mübarek yüzüne bir kılıç darbesi aldı. Darbenin etkisiyle başındaki demir miğfer yüzüne battı. Bunu gören Ebu Ubeyde Bin Cerrah dehşete kapıldı. Davanın komutanı şanlı Peygamberin mübarek yüzünden kanlar akmaya başladı. Ebu Ubeyde daha fazla beklemeden, yere çömelmiş olan Peygamberimizin yüzüne eğildi. Şanlı Nebi’nin yüzüne batan demir parçasını dişleriyle yakaladı. Tek bir hamlede çıkardı. Fakat demir parçasıyla birlikte bir dişi de kırılmıştı. Sonra tekrar eğildi. Şanlı Nebi’nin yüzüne batan ikinci parçayı da kanayan dişleriyle tuttu. Allah Rasulü’ne bir şey olur korkusuyla zihni dişinin ağrısını algılamıyordu. İkinci parçayı da bir hamlede çıkardı. Fakat bir dişi daha kırılmıştı. O artık ön iki dişi kırılmış, o günlerin tabiriyle “hetem” biriydi. Fakat kimse onunla dalga geçemedi.
İşte cihad eri! Davanın komutanı zor durumdayken başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Çünkü komutana bir şey olursa dava da tehlikeye girebilir. İslam davası yolunda kaybedilenler hakikatte kayıp değil kazançtır. Sahabeden bazıları ne güzel söylemişti: “Dişsizlik insanı çirkinleştirir. Lakin Ebu Ubeyde, Uhud’da kaybettiği dişlerinden sonra çok daha güzelleşmişti.”1 Hakikaten ne güzel dost ne güzel Müslüman! Allah o güzel insana ileriki zamanlarda Kudüs’ün fethini nasip edecekti.
Uhud’un bir başka anına gidelim. Yeryüzünün yıldızları aslanlar gibi savaşıyor. Onlardan biri de Abdullah Bin Cahş isimli yiğit sahabi. Savaş meydanı kızışmaya başlayınca gözleri Sa’d b. Ebî Vakkas’ı aramıştı. Onu gördüğünde hemen yanına gitti. Kollarından tutup korunaklı bir kayanın arkasına götürdü. Birazdan dünya üzerinde yapılan en sarsıcı duaya âmin denilecekti. Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah Bin Cahş’ın heyecan ile ışıldayan gözlerine bakıyordu. Yüzünde isteyeceği şeye karşı duyduğu şevk açıkça okunabiliyordu. Cihad meydanının ortasında, kılıçların çınlamalarının arasında Sa’d’ın gözlerine baktı. Dudakları sonunda oynamaya başladı. “Sen bir dua et ben âmin diyeyim sonra da ben bir dua edeceğim sen âmin dersin” dedi. Sa’d, teklifi kabul etti. İnsan, cihad meydanının ortasında ne isteyebilir ki? Birazdan nice başlar gövdesinden ayrılacak, nice kadınlar dul, nice bebekler yetim kalacak. İnsan böyle bir ortamda ne isteyebilir? Daha fazla yaşamak mı? Düşman darbelerinden korunmak mı? Çocuklarına bağışlanmak mı? Önce Sa’d başladı duaya “Allah’ım! Savaş sırasında karşıma güçlü kuvvetli bir düşman çıkar. Ben onu öldüreyim ve üzerindeki kıymetli eşyaları ganimet olarak alayım” dedi. Ne güzel bir dua! Cihadın zor olanını ve zor cihada karşı Allah’ın yardımını istedi. Ganimet ise İslam davasını ve mü'minleri güçlendirecekti. Abdullah Bin Cahş “Âmin” dedi. Şimdi dua sırası Abdullah Bin Cahş’a geçti. Gözlerindeki iştiyakla sözlerine başladı: “Ya Rabbi! Savaş meydanında karşıma güçlü, kuvvetli bir düşman çıkar. Ben onunla çarpışayım. O beni öldürsün. Burnumu ve kulaklarımı kessin. Yarın senin huzuruna çıktığımda, Sen bana: ‘Ey kulum, burnun ve kulakların nerede, burnun ve kulakların neden kesildi?’ dediğinde, ben ‘Senin ve Rasulü’nün rızası için kesildi’ diyeyim.” Bu dua karşısında Sa’d’ın boğazı düğümlendi, gözleri açıldı. Omuz omuza çarpıştığı kardeşinin şehit olacağı düşüncesi, hem de vücudunun parçalanacağı düşüncesi Sa’d’ı sarstı. “Âmin” demek istemiyordu. Ama Abdullah ısrar ediyordu. En sonunda âmin demek zorunda kaldı. Dualaşmadan sonra iki yiğit sahabi de cihadın en çok kızıştığı yerlerde kahramanca savaştılar. Hatta bir ara Abdullah’ın elindeki kılıç kırıldı. Ve Rasulullah ona bir hurma dalı uzattı. Mucizevi bir şekilde Abdullah hurma dalıyla sanki kılıçmış gibi cihad etmeye devam etti.
Okçuların tepeyi terk etmesinden sonra hücuma geçen müşriklerin saldırısıyla savaşın seyri müşriklerin lehine dönmüş fakat sahabilerin dik duruşu sayesinde kesin bir zafer kazanamamışlardı. Yine de birçok yiğit sahabi şehit edilmişti. Bunlardan birisi de Abdullah bin Cahş idi. Düşman savaş meydanını terk ettiğinde Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Cahş’ın paramparça edilen vücudu ile karşılaştı. Sa’d bu hadiseyi anlatırken: “Abdullah b. Cahş’ın duası, benim duamdan daha hayırlıydı” derdi.
Cihad erinin kalbi Allah ile doludur. Zaten cihada karşı şevki de kalbindeki Allah sevgisinden ileri gelir. İster ki sevdiğim için bir şeyler yapayım. İster ki sevdiğimin yolunda bir şeyler vereyim. En kıymetli neyim var diye etrafına bakınır. Malını mülkünü görür. Hayır der, daha kıymetli neyim var! Sonra bedenini, canını görür cihad eri. Allah’a satılacak en güzel varlığım deyip canından vazgeçer.
Cihad rüzgârı sıcak eser. Yiğit olanın kalbine kadar işler bu rüzgâr. Isıtır kalbini… Isıtır, ısıtır ve kaynatır. Yerinde duramaz artık. Cihad vaktidir zira. Devrilecek zalimler vardır. Kurtarılacak mazlumlar vardır. Haykırılacak hakikatler vardır. Şanlı cihad eri ya çarpışacaktır düşman ile göğüs göğüse ya da davasını anlatacaktır hakikate susamış gönüllere. Nefsin konfor zindanını kabul etmez cihad eri. Çile ile eritir zindanın demirlerini. Çile ile yükseltir başını göklere doğru. Uçabiliyorsa uçar, yapamıyorsa koşar, yürür, yerinde döner, elini kaldırır, sesini yükseltir… Mutlaka bir şeyler yapar. Kalbi kaynamıştır bir kere. Yerinde duramaz cihad eri. Yazı yazılmış cenk başlamıştır. Durmak, geri dönmek, vazgeçmek zillettir. Zillet ise asla giyilmeyecek kirli bir elbisedir.
İki güzeli arzular cihad eri. Kalbinde iki güzelin hasreti vardır: Allah’ın takdir edeceği zafer ile İslam’ın hakimiyeti, köleleşmiş kalplerin özgürleşmesi, İslam Medeniyetinin yemyeşil bir bahçe gibi dünyanın her yerini kaplamasını ister. Ya da İslam davasının kutlu yolunda, sımsıcak kanıyla kuru toprağı ıslatarak şehit olmayı ister.
Demiştik ya cihad rüzgârı sıcak eser. Sıcak esen rüzgâr cihad erinin kalbindeki hasreti harlar. İki güzelin aşığıdır o: Zafer yahut şehadet...
- İbn Abdilberr, el-İsti'âb, 2/793