Gönderdiği kitabı ve peygamberiyle hakkı ayağa kaldıran ve hak ehlini harekete geçiren Allah Azze ve Celle’ye hamd; gayreti ve fedakârlığı ile örnek olan Rasulü’ne salât-u selam; Allah ve Rasulü’nün davası uğrunda mücadele eden kardeşlerime selam olsun.
Kıymetli kardeşlerim! Hatırlayacağınız gibi Haziran 2014’ten Mart 2015’e kadar 8 sayıda insanı harekete geçiren etkenler (muharrikûn) den 8’ini yazmıştım. Sonra 6 sayı gündemle ilgili konulara temas etmek zorunda kaldığımdan muharrikûn konusunu tamamlayamamıştım. Bu sayıdan itibaren kaldığım yerden devam etmek istiyorum.
- Muharrik: Kuvvetli Bir Nokta-i İstinad
İnsanı ataletten, pasiflikten ve tembellikten kurtaran etkenlerden biri de kuvvetli ve güvenilir bir yere dayanmaktır. Çünkü güçlü ve güvenilir bir dayanak insana moral ve çalışma arzusu kazandırır. Harekete geçtiğinde başarılı olacağına güven duyar. Başarılı olamadığında bile o güçlü dayanağın kendisini yalnız bırakmayacağını ve yardım edeceğini bilir. Dolayısıyla böyle güçlü bir dayanağa sahip olmak kişide enerji patlamasına ve bitmez-tükenmez bir gayrete sahip olmasına vesile olur. Kişinin cesareti de gayreti de nokta-i istinadının (dayandığı makamın) kudreti ve güvenilirliği ile doğru orantılıdır. Dayanağı ne kadar kudretli ve güvenilir ise kişi o kadar cesur ve o kadar gayretli olur. Dayanağı ne kadar zayıf ve güvenilirliği düşük ise kişi o kadar korkak ve o kadar gayretsiz olur. Hiçbir dayanağı olmayan yalnız insanlara gelince; onların cesur, ümitvar ve çalışkan olması ise neredeyse imkânsızdır. Onları harekete geçirecek enerjiyi kendilerinde asla bulamazlar.
Nokta-i istinad maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır. Manevî olanı: Allah Azze ve Celle, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Kur’an’dır. Maddî olanı ise; Ümmet, Devlet ve Cemaattir. Hiçbir din ve ideoloji mensubu bu manevî dayanaklara sahip olan bir Müslüman kadar kuvvetli bir nokta-i istinada sahip olamaz. Çünkü Müslümanın inancı ve davası Allah’tandır ve Allah Azze ve Celle, İslam davasını omuzlamış Müslüman kullarının yardımcısıdır. İlminin ve kudretinin sınırı yoktur. Çünkü Kâdir’dir. Her zaman, her olayda ve herkese karşı üstündür, O’na üstün gelinemez. Çünkü Aziz’dir. Sonsuz ilmine ve kudretine yarattığı sonsuz mahlûkat delildir. Bunu bilen ve buna iman eden Müslüman, bu dava yolunda ilerlerken önüne her engel çıktığında Allah’ın sonsuz kudretini ve Müslüman kullarına olan rahmetini ve yardımını hatırlar, eğilip bükülmeden yoluna devam eder. Çünkü arkasında Allah Azze ve Celle’nin olduğunun şuurundadır.
Böyle kuvvetli bir makama dayanmasaydı Hz. İbrahim Nemrud’a, Hz. Musa Firavun’a ve Hz. Peygamber dünyaya meydan okuyabilir miydi? Hz. İbrahim Aleyhi’s-Selâm kâfirlere: “Siz Allah’tan bile korkmazken ben sizden ve taptıklarınızdan mı korkacağım?”1 diyebilir miydi? Allah’ın Rasulleri kendileri ile mücadele edenlere: “Yapın yapacağınızı, ben de yapacağım” diyebilirler miydi? Güçlü ve diktatör sistemlere karşı harekete geçip inkılaplar gerçekleştirebilirler miydi? Kâinatın sahibinin ve hükümdarının arkalarında olduğunu bilmeseler, kendilerini yalnız hissetseler böyle bir tevekkül ve cesaret gösterebilirler miydi?
İsrailoğulları deniz ile deniz gibi Firavun ordusu arasında kalıp “Eyvah yakalandık!” dediklerinde Hz. Musa: “Hayır! Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir”2 diyebilir miydi? Allah Azze ve Celle’den yardımın geleceğinden bu kadar emin olabilir miydi? Bu ifadeler, bu mücadele ve bu iman, kuvvetli bir padişaha dayanmanın sonucudur. Yani Allah’a dayanmak, iman edenler için bir muharriktir.
Bundan dolayıdır ki Allah Azze ve Celle, peygamberlik vereceği kimseleri küçüklüğünden itibaren eğitime almış, onlara çobanlık yaptırarak kâinat kitabını okumayı nasip etmiş, böylece onlara kendi kudretini göstermiş ve Marifetullah’a ulaştırmıştır. Yıllarca kâinat kitabını okuyarak Allah’ın sonsuz ilmini ve kudretini görmüş olan bu seçilmiş kimselere bir gün peygamberlik vazifesini verdiğinde onlar hiç korkmadan, tereddütler yaşamadan harekete geçebilmişlerdir. Peygamberlerdeki yüksek cesaret, sabır, gayret ve bitmez-tükenmez enerjinin sırrı budur.
Allah Azze ve Celle kâinat kitabını okutarak bu seçilmiş kullarının kalbinde bir muharrik meydana getirdiği gibi morallerinin bozuk olduğu, kâfirlerin gücü ve iftiraları karşısında aciz kaldıkları zamanlarda gönderdiği ayetlerle onları desteklemiş ve gelecek günlerin güzel olacağını onlara müjdelemiştir.
Mesela Duha sûresinde; “Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı. Gelecek (günler) senin için bu günden daha hayırlı olacaktır. Rabbin sana ilerde verecek ve sen razı olacaksın.”3
İnşirah sûresinde; “Senin şanını yükseltmedik mi?”4 buyuruldu. Yani “ileride şanını yükselteceğiz, üzülme ve yoluna devam et” denildi.
Kevser sûresinde; “Muhakkak ki sana kevseri (çok hayır ve büyük bir ümmet) verdik.”5 Yani “vereceğiz” buyurduktan sonra “Muhakkak ki senin düşmanlarının sonu yoktur” buyurularak büyük bir moral verildi.
Tevbe, Saff ve Fetih sûrelerinde “Müşrikler istemese de dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur”6 buyurarak İslam’ın geleceğinin parlak olacağını, ilerde bütün din ve ideolojilere üstün geleceğini haber vermiştir. Böylece Allah Azze ve Celle ve O’nun ayetleri, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i ve Müslümanları harekete geçirmiş ve onlar için bir muharrik olmuştur.
Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e dayanmanın Müslüman için muharrik olmasına gelince; Kur’an’ın Kelamullah, Efendimiz’in de Rasulullah olduğunun delillerini bilmek, bunlara ilme’l-yakînden de öte ayne’l-yakîn düzeyinde iman etmek insanı bu dava uğrunda harekete geçirir. Bu iki kaynağın Allah’tan olduğunu bilen bu davanın da Allah’tan olduğunu bilir, dava için harekete geçebilir ve İslam’ın hâkimiyeti için canını ve malını ortaya koyabilir. Kimsenin lafından da etkilenmez. Hiçbir şeyini ortaya koyamayan ve harekete geçemeyenler bu iki kaynağa hakkıyla iman etmemişlerdir. O yüzden Allah’ın kitabı da, Allah’ın Rasulü de böyleleri için bir muharrik olamamaktadır.
Her biri maddî nokta-i istinad olan Ümmet, Devlet ve Cemaatin muharrik olmasına gelince; arkasında koskoca bir ümmet veya devlet ya da en azından bir cemaat olduğunu bilen insan kendisini daha güvende hissedecek, daha cesurlaşacak, daha gayretli olacak, davasından daha emin olacak ve bu yüksek moral ile harekete geçecektir. İslam’ın temel iki kaynağının bize ümmet olduğumuzu bildirmesi yeryüzündeki vazifemizi hatırlatmak için olduğu gibi aynı zamanda güven ve moral içinde harekete geçmemiz içindir. Aynı şekilde devlet olmayı emretmesi de hem İslâm’ı hâkim kılmamız, o devlet içerisinde farzları yerleştirip haramlara engel olmamız için hem de arkamızda bizi destekleyen ve destekleyecek olan bir İslâm devleti olduğunda daha moralli, daha gayretli olacağımız ve kendimizde hareket enerjisi bulacağımız içindir. Onun içindir ki dinin bazı emirleri fertler için, bazı emirleri cemaat için, bazı emirleri devlet için, bazı emirleri de ümmet içindir.
Dinin bazı emirlerini fert olarak yerine getirebilseniz de bazı emirlerini cemaat olmadan, bazı emirlerini devlet olmadan, bazı emirlerini de ümmet olmadan yerine getiremezsiniz. Mesela; namaz ve oruç gibi ibadetleri fert olarak yapabilseniz de kitlelere İslam’ı öğretme ve onları uyandırabilmek için kitlesel ve büyük çaplı faaliyetleri ancak cemaat olarak yerine getirebilirsiniz. Haramlara engel olma ve yasaklama yani nehy-i ani’l münker görevinizi, cemaat olsanız da kâmil manada yerine getiremezsiniz. Bu ancak devlet olursanız ya da devlet İslam olunca mümkün olabilir. Kur’an-ı Kerîm’in; “Yeryüzünde fitne (gayr-i İslamî düzen) kalmayıncaya kadar ve din (hayat düzeni) sadece Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın” emrini ise ne fert ne cemaat ne de bölgesel bir İslam devleti olarak yerine getiremezsiniz. Bu vazifeyi ancak ümmet olduğunuzda, tüm Müslümanlar bir halifeye bağlı olduğunda yerine getirebilirsiniz. Çünkü ancak ümmet olduğunuzda tüm dünyaya İslam’ı hâkim kılmak gibi bir ideale ve hedefe sahip olabilir, bütün din ve ideolojilere meydan okuyabilir ve onlara karşı harekete geçebilirsiniz. Gerek fert gerekse toplum büyük bir kudrete dayanmadıkça ciddi faaliyetler ortaya koyamayacaktır. Tek başına bir ferdin yapamayacağı böyle emirler göndermekle Allah Azze ve Celle, Müslümanları ümmet olmaya, bu olamadığında bölgesel bir İslam devleti olmaya, bu da mümkün olmadığında cemaat olmaya zorlamış olmaktadır.
Bu psikolojik ve sosyolojik gerçeği tespit ettikten sonra Müslümanların bugünkü pasifliğinin ve cesaretsizliğinin sebebini daha iyi anlayabiliriz. İki asırdır ümmeti, bir asırdır da İslam devletini kaybetmiş Müslümanlar yavaş yavaş hareket kabiliyetlerini kaybettiler ve dondular. Çünkü artık arkalarında o büyük kudreti göremiyorlardı. Yaklaşık 70-80 yıl kadar önce başlayan toparlanma gayretleri aşağı-yukarı 50 senedir cemaat çalışmaları halini aldı ve bu gerçekleşince Müslümanlarda yeniden hareketlilik başladı. Bu çalışmalar istenilen düzeyde ve kalitede olmasa ve genellikle peygamberî bir hareket metodu izlenmese bile yine de Müslümanlara moral ve ideal kazandırdı. O halde ümmet ve devlet bir muharrik olduğu gibi cemaat de bir muharriktir.
Ümmet ve Devlet gibi iki büyük muharriki kaybeden Müslümanlar hiç olmazsa cemaat muharrikine sahip olmalı ve fert olarak kalmamalı, cemaat muharrikinden de kendilerini mahrum etmemelidirler. İslâm cemaat dinidir, ferdiyetçiliği kabul etmez. Hz. İsa Aleyhi’s-Selâm, Allah’ın izniyle ölüleri dirilttiği, körlerin gözünü açtığı, sedef hastalığını iyileştirdiği, en büyük 5 peygamberden birisi olduğu ve Rabbi ile son derece kuvvetli bir ilişkisi olduğu halde yine de yalnız kalmak istememiş ve “Allah yolunda kimler yardımcılarım olacak?”7 diye sormuş ve cemaat olmak istemişti. Esas itibariyle tüm peygamberler böyle davranmış ve onlardan Allah’ın başarı nasip ettikleri, önce cemaat sonra ümmet meydana getirmişlerdir.
Konuya devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olun.
- En’am, 81
- Şuara, 62
- Duha, 3,4,5
- İnşirah, 4
- Kevser, 1
- Tevbe, 33 , Saff, 9,, Fetih, 28
- Saff, 14