Müslümanlar 18. Yüzyıldan bu yana, çok geniş çaplı ve büyük bir çöküş dönemine girdi. Kimi zaman savaşlarla, kimi zaman fitnelerle, kimi zaman da emperyalist amaçlarını gerçekleştirmeye çalışanların hırsları uğruna milyonlarca insanımız katledildi… Farklı ülkelerde ve farklı zaman dilimlerinde envai çeşit yöntemlerle, uyanışımız engellendi ve cihaddan/mücadeleden kısacası ideallerimizden uzaklaştırılmaya çalışıldık. Birileri, gerçekten kazanmayalım diye yalancı zaferler dahi yaşattı. Çok kayıp verdik, çok acı çektik… Düşman planlı, gerçekçi ve çok çalışkan olunca, biz ise plansız, aceleci ve tembel olunca zararımızı katmerledik. Can kayıplarımız çok büyük acıların yaşanmasına sebep olduysa da, yine de yıkılmadık, ayaktayız diyebilirdik ancak, koca ümmeti ölüden beter bir duyarsızlık, hissizlik, tepkisizlik girdabına sokan ve toplumda hızla yayılan muhafazakârlık hastalığı, yenilgimizi tescilledi.
Tam da birileri ‘kazandık’ derken, hakikatte kaybettiğinin farkında olmak, ancak bu gerçeği anlatamamak hepsinden acı, gerçekten acı. Kazanmak… Düşünme yeteneğini ve İslam’ın verdiği muhalif ruhu bir nebze olsun kaybetmemiş, ideallerinden vazgeçmemiş ve aklı da efsunlanmamış insanın aklına bin tane soru geliyor… Neyi kazandık? Nasıl kazandık? Kim kazandı? Sorular peşimizi bırakmıyor… Kazanırken neyi kaybettik? Kazandığımıza değdi mi? Kazanmamız gereken bu muydu? Yoksa kaybetmiş olmayalım?
Diyorlar ki: Millet istikrar istiyor… Millet huzur… Millet refah istiyor… Milletin istediği her şeyi sayıyorlar. Çünkü bu millete gece- gündüz, saatlerce, milyonlarca defa, adeta başka şey düşünmesine müsaade etmeyecek kadar, sadece bunların önemli olduğu anlatıldı… Anlatılıyor… Can alıcı, biraz da can yakıcı soru şu: Peki, bu Müslüman millet, İslam’ı istemiyor mu? Allah’ın dünyasında Allah’ın dediği olsun istemiyor mu? İnsanımızı, bu soruyu akıllarına bile getirmez hale getirdiler. İşte bugün uyanışımızı sağlayacak yegâne şok edici soru da bu olacaktır. Ey Müslüman millet! İslam hâkim olsun istemiyor musun? Her şey tamam mı? Bu milletin bu soruya ne cevap vereceğini gerçekten bilmiyoruz. Ancak milletimizi bu soruyla karşı karşıya getirmeden de bunun cevabını öğrenemeyeceğiz ve dahi öğretemeyeceğiz.
Aslında ‘sistemi muhafaza etmek’ manasına gelen muhafazakârlık, birileri tarafından dindarlar için kullanılan bir kavram halinde yaygınlaştırıldı. Yani muhafazakârlık derken dindarlık, muhafazakârlar derken de dindarlar kastedildi. Oysa egemen olan sistemin kurucusu olmayan hatta sistem karşıtı olan bir cenaha bu ismin verilmesi, mantıksal olarak hiç de uygun değildi. Ancak hâkim sistemin toplum mühendisleri, yine kavramlar üzerinden giderek İslami kesimin büyük çoğunluğuna bu kavramı benimsetip, onları ters bir oyuna getirdiler. Bu mühendislik çalışmasının neticesinde, dindar olan ve toplumun kahir ekseriyetini oluşturan kesim, -farkında bile olmayarak- dini tamamen yönetimden çıkaran bu sistemin devamını sağlayan, muhalif damarı köreltilmiş muhafazakâr bir kitleye dönüştürüldü.
İslamî kesim olarak yıllarca, bu sistemin kuruluşunu eleştirdik. Kurtuluş savaşında mücadele ettiğimiz düşmanlarımıza benzediğimizi, onların yasalarını, hayat tarzlarını aldığımızı söyleyip: ‘Şayet onlara benzeyeceksek neden onlarla savaştık’ sorularını sorduk. Sorduk ama, savaşın gerçek kahramanlarının tepkilerine, hatta ayaklanmalarına rağmen, baskıyla- zorbalıkla bu sistemi kurdular. Kısacası bu sistem bize sorulmadan, bize rağmen kuruldu. O halde onun koruyucusu biz olamayız. Bugün çok ters ve çok garip bir durum yaşanıyor. Gayr-ı İslamî bir sistemi onu kuranlar muhafaza etmeliyken, ona karşı olanlar muhafaza etmeye, hatta kurucu zihniyetin bugünkü temsilcilerinden daha celalli ve daha gözü kara bir üslupla müdafaa etmeye başlamış durumda. Kurulurken rıza göstermediğimiz esaslar üzerine inşa edilen bu sistem, sanki kuruluş felsefesi ve üzerine bina olduğu temel esasları değişmiş gibi, muhafaza edilmeye başlandı. Bizim cenahtaki bu kitlesel dönüşüm, izah etmekte zorlandığımız, akla zarar bir durumdur.
Türkiyeli Müslümanlar olarak nasıl bu kadar muhafazakârlaştık? Bu sorunun cevabını nisbeten, toplumumuzun geçirdiği tarihi sürece bakarak anlayabiliriz. Devrimlerin acımasızca dikta edilmesi, Avrupa hayranlığının Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren toplumun her katmanında yayılması ve bunun neticesinde, toplum olarak aşağılık kompleksine bürünüp, kendi medeniyetini gerileme sebebi olarak görme anlayışı, 100 yıldır eğitim kurumlarında ilköğretimden itibaren adeta peyder pey verilen bir zehir gibi zerkedilen Materyalist-Kemalist mantık… Maalesef tüm bu dönüştürücü - etkileyicilerden, kendilerine İslamcı diyenler de, bir şekilde nasibini aldı.
Bu sistemin kuruluş tarihini, mantığını, yapılan zulümleri ve bu zulümlerin hangi sebepten dolayı yapıldığını bilmezsek, özellikle yakın tarihimizi okumazsak muhafazakâr oluruz. Tevhid davasının bizden nasıl iman etmemizi, neyi ve kimleri reddetmemizi istediğini bilmezsek, muhafazakâr oluruz. İslam coğrafyasının halini-ahvalini ve neden bu durumda olduğunu bilmezsek muhafazakâr oluruz. Sadece iyi giden birkaç şeye bakıp, milyonlarca harama ve haksızlıklara gözlerimizi körleştirirsek, kulaklarımızı sağır edersek muhafazakârlaşırız. Dünyevileşerek sadece cebimizi düşünürsek ve sadece dünyevi huzurumuza göre planlar yaparsak muhafazakârlaşırız. Kısacası yapılan zulümleri unutur, hedefimizden sapar ve dünyaperest bir müslümana dönüşürsek muhafazakârlaşırız. Böyle bir zümreye, dünyanın bütün aleni yanlışlarına ve doğru gibi görülen yanlışlarına (ki bugün Müslümanları tongaya düşüren de, bu doğru zannedilen yanlışlardır) LÂ diyen İslam’ın da yapacağı fazla bir şey kalmaz.
Nasıl ve hangi ara bu kadar muhafazakârlaştığımızın bir cevabı da, yakın tarihimizde yaşadığımız 28 Şubat sürecinde gizli. 28 Şubat can kayıplarının yaşandığı kanlı bir darbe olmadıysa da, ruh kaybının yaşandığı büyük bir muhafazakârlaştırma hamlesidir. O günlerde Ecevit’in çokça bahsettiği, yaldızlı ve aslında bizim cenahı kitlesel anlamda dönüştürmeyi amaçlayan, yeni bir kavram ortaya atıldı: ‘Mütedeyyin müslüman’ kavramı. Yani yumuşak, ılımlı, devlet ne diyorsa onu yapan, devlet geleneklerine ve teamüllere asla karşı gelmeyen, ilkesiz, edilgen, ahmak Müslüman tipi… Yine o günlerde söylenilen ‘sessiz devrim’, sadece imam hatiplerin, Kur’an kurslarının kapatılması veya başörtülü kızlarımızın üniversiteye alınmaması şeklinde olmadı. İnsanlarımız korku ve sindirme politikalarıyla daha da ılımlılaştırıldı. Ve o günlerin doğurduğu ılımlı siyasal akım, bugün kitleselleşti.
Yeniden harekete geçmek ve bu gidişata dur demek için, İslam’ın bize verdiği muhalif ruhun bünyelerimize geri dönmesi gerekiyor. Çünkü muhalif olmadıkça, dik durmadıkça zulmün devam edeceğini ve İslam’ın hâkim olacağı o güzel günlerin en azından gecikeceğini bilmeyiz. Başımızı iki elimizin arasına alıp iyice düşünelim: Davası olan, derdi olan, uzun süredir zulme uğrayıp ciğeri yanan bir ümmet, muhalif olmaz mı? Böyle bir ümmet tüm bunlara rağmen muhalif olmazsa, yapılan bunca zulmü hak etmiş sayılmaz mı? Derler ki; ‘hafıza-i beşer nisyanla maluldür’ yani; insan hafızasının hastalığıdır unutkanlık. Maalesef bizim cenahta bu unutkanlık hastalığı had safhadadır. Yapılan devasa zulümleri, kıyımları, elimizden gasbedilerek alınan ve İslam birliğini sağlayan hilafet gibi büyük nimetleri çok çabuk unuttuk. İnsanımızı bu melun ve bizi ruhsuzlaştıran unutkanlık hastalığından kurtarmak, unutulanları ve de unutturulanları tekrar hatırlatmak zorundayız.
Özümüze dönüşümüz, yani İslam’ın müslümanlara can katan muhalif ruha dönüşümüz, öyle kolay ve kısa sürede olmayacaktır. Gerek muhafazakâr denilen, ancak aslında/özünde bizim değerlerimizin kalıntılarını yüreğinde taşıyan, gerekse de bu sisteme bir şekilde muhalif olanlar, muhatap kitlemiz olacaktır. Ancak şu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekiyor. Her şeye dolayısıyla dine de muhalif olan, dini, manayı reddederek tamamen akılcı-pozitivist bir bakışla hayata, olaylara bakan bir Marksist’e, hakikati, dine teslimiyeti anlatmak kolay olmayacaktır. Dolayısıyla muhafazakârlık rüzgârından etkilenmiş, ancak özünde bizim değerlerimizi benimseyen, bizim insanımıza hakikatleri hatırlatmak çok daha kolay ve mümkün olacaktır. Onların akıllarını başlarına getirerek konuşmak, vicdanlarına-yüreklerine dokunacak sözler söylemek, içten ve dürüstçe ilgilenmek belki de rüzgârı tersine çevirecektir. Bazıları muhafazakârlaşan bu insanları kaybedilmiş kitle olarak görebilir. Hayır! Asla ve kat’a kendi insanımızdan ümidimizi kesmeyeceğiz; öncelikle onların hakikatleri anlaması gerektiğine olan inancımızdan ve onlar için ortaya koymamız gereken çabamızdan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz. Çünkü bu ümmetin yani bizim insanımızın uyanışıyla ve münker olan ne varsa reddetmesiyle ve şerre muhalefet etmesiyle başlayacak dünyanın değişimi.
Bugün güncel siyasal tartışmalara girmek, bizim cenahın insanına bir şeyler anlatmamızı zorlaştıracaktır. Çünkü şu anda yaşanılan yalancı zaferin sarhoşluğu, böyle tartışmalarda bu insanları bizden daha da uzaklaştıracaktır. Bu sebepten dolayı güncel siyasetten ziyade İslam’ı konuşmak, İslam’ın ideallerini, Allah’ın bize belirlediği hayat tarzını ve yönetim biçiminin hedefini açıkça, korkmadan ortaya koyarak anlatmak, etkili bir anlatım olacaktır. Bu kardeşlerimize, niyetimizin ‘bağcıyı dövmek değil üzüm yemek’ olduğunu anlatmamız da, hareketimizin gayesini anlamayı sağlayacak ve bu harekete teveccühü artıracaktır inşallah. Tabi diğer taraftan, söz konusu olan bağcı veya bağcılar, üzüm yememize engel oluyorlarsa, onlara da en yüksek perdeden tepkimizi göstermek zorundayız. Yine, güncel siyasetin çok ötesinde olan, haramlara ve verilen tavizlere, var gücümüzle karşı koyarak, insanımızın bunlara normal bakmasına engel olmak, gözlerin daha da körleşmesine, haramların bu şekilde normalleşmesine de müsaade etmemek zorundayız. Hepsinden önemlisi, din adına bir şeylerin yapıldığına veya yapılacağına inanan milyonlarca insanımızı uyandırarak, toplumdaki cinayetler, ahlaksızlıklar, hırsızlıklar, haksızlıklar, mutsuzluk ve huzursuzluklardaki artışların ne boyutta olduğunu, reel verilerin zannedildiği gibi tozpembe olmadığını, her noktada daha da dibe vurduğumuzu, açıkça anlatmak zorundayız.
Biz, kuru muhalif değiliz; olmamalıyız. Biz, yeni yetme bir sosyalist gibi çatışmacı, kör ve müzmin bir muhalif de değiliz; olmamalıyız. Ne kadar ve nereye kadar muhalif olacağımızı mükemmel dinimiz, gerek Kur’an gerekse de peygamberlerin ve hassaten Efendimizin hayatındaki muhalif duruşla ortaya koymaktadır. Allah’ın istediği kadar, ne fazla ne eksik, muhalifiz. Hakikate boynumuz kıldan ince ama batıla, pısırıklığa, bir de sistemin bekçisi olmaya sonuna kadar muhalifiz. Allah’a muhalefet edenlere, O’nun davasını anlatmamıza ve O’nun belirlediği hedefe ulaşmamıza engel olanlara muhalifiz. Hayrın yanında şerrin tam karşısında, Allah’ın dini hâkim oluncaya kadar muhalifiz; muhalefetteyiz. Müslümanlar olarak ne zaman ki ALLAH’IN davası hâkim olur ve İslam nizamı kurulur, işte o zaman nizamın, sistemin en muhafazakârı biz oluruz.
Ve biz susalım, KUR’AN son sözü söylesin: ‘Allah ve Rasulüne iman eden bir topluluk bulamazsın ki, Allah’a ve Rasulüne muhalefet eden bir topluluğu sevsin. Bunlar velev ki babaları, oğulları, kardeşleri veya kabileleri olsun…’1