Tarih

OSMANLI İSLAM MEDENİYETİNDEN İKTİBASLAR

Paylaş:

Osmanlı’da Ticaret ve Esnaflık

Kuruluşu Abbasiler dönemine rastlayan, Osmanlı İslam medeniyetinde sistemli ictimaî bir teşkilat olarak ortaya çıkan “ahilik” teşkilatı, isminden de anlaşılacağı üzere İslam medeniyetindeki kardeşlik esası üzerine inşa edilmiştir.

Bilhassa esnafı tek çatı altında toplayarak toplumsal dayanışmayı, yardımlaşmayı, hata ve kusurları affetmeyi, birbirinin ayıbını gizlemeyi, haksızlıkları önlemeyi amaçlayan bu teşkilat, toplumda İslam ahlâkının yerleşmesinde etkin rol oynamıştır. Ayrıca hanımlar için de kurulan “bacıyan” teşkilatı “ahîlik” teşkilatının hanımlar kolunu oluşturuyordu.

Ahî yönetmeliği olan fütüvvetnâmelere göre: “Ahî, helâlinden kazanmalıdır. Hepsinin bir san’atı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Âlimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, hayâ sahibi olup, nefsine hâkim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla beraber olmamalıdır.”

Bunlar asırlarca Osmanlı insanının ahlâkının temel taşı olan hasletler hâline geldi.

İşte ahîlikte İslam ahlâkına sahip esnafların ticaret hayatlarından bir kıssa:

Fâtih Sultan Muhammed Han bir gün yiyecek maddelerinin kalitesini ve narh durumunu kontrol etmek gayesi ile kıyafet değiştirip çarşıya çıktı. Bir dükkâna girip selâm verdikten sonra: “Yarım batman yağ, yarım batman bal ve yarım batman peynir veresiz” dedi. Dükkân sahibi yarım batman yağı tartıp parasını hesap ettikten sonra: “Ağam, sair isteklerinizi de karşı komşumdan alasız. Zîrâ hem onun malı daha yeğdir. Hem de komşum daha siftah etmedi” dedi. Pâdişâh ikinci dükkâna varıp oradan da yarım batman bal alınca, bu dükkân sahibi de: “Allah’a şükür olsun siftahımı ettim. Hem de çocuklarımın nafakasını çıkardım. Bundan sonrası kârdır. Diğer isteklerinizi komşumdan alınız. O daha siftah etmedi” deyince, Fâtih Sultan Muhammed Han: “Bu milletteki bu ahlâkî istikâmet yok mu, ona dünyalar fethettirir. Milletin ahlâk-ı safiyetine halel getirenleri Allah kahretsin” dedi.”

Osmanlı’da İhtisab (Tebliğ Teşkilâtı)

İhtisab; İslâm cemiyetinde sosyal huzuru sağlamak için yapılan emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker vazifesine verilen isimdir. Bu vazîfe, müslümanların bir kısmının yapmasıyla diğerleri üzerinden sâkıt olduğu için İslâm devletlerinde hükümdarlar bu işle vazifeli me’murlar tâyin etmişlerdir. Osmanlılardan önceki İslâm devletlerinde bu vazifeye ‘hisbe’ ve bunu yapan memura da ‘muhtesib’; Osmanlılarda ise bu işe ‘ihtisâb’, vazifelisine de ‘ihtisâb ağası ve muhtesib denilmiştir. İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek gayesiyle kurulan bu müesseselerin başında bulunan muhtesib, dînin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. İslâm ülkesinde müslümanların Cuma namazında câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemâat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklemeden evlenen kadınlar, yasak mûsikî âleti çalıp âlem yapanlar, ve’lhâsıl İslâm’a muhalif hareket edenler, hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler. İşte medeniyetimizdeki ihtisab müessesesinden hayvanların dahi düşünüldüğünü gösteren bir örnek:

“Muhtesip Mehmed Çavuş’un müracaatı üzerine Sultan Üçüncü Murâd Han’ın verdiği ferman:

“İstanbul Kâdısına hüküm ki; şu anda İstanbul muhtesibi olan Mehmed Çavuş mektup gönderip şehir içinde at hamallarının; zayıf, kemikleri çıkmış, sakat ve nalsız, semerleri harap beygir ve katırlarına takâtlerinden fazla yük vurdukları, hayvancıkların yıkılıp helâk olduğunu haber vermiştir. Adı geçen hamallar taifesinin hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara tahammülünden fazla yük vurmayıp, hayvanlarını katar hâlinde yularlarından çekerek yola çıkmaları için hamallara ve kethüdalarına tenbîh olunması hakkında emr-i şerifimi istemektedir. Bu hususta buyurdum ki: Emrim sana ulaşınca, adı geçen hamal taifesini kethüdaları ile birlikte toplayıp, cümlesine tenbîh ve te’kit eyleyesin ki, bundan sonra hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara taşıyabileceğinden fazla yük vurmayıp ve yük ile yolda giderken hayvanlar birden çok ise birbirine katarlayıp kendileri sürüp arkalarından yürümeyeler.

Bu emr-i şerifim mucibince amel eden hamallara hiç kimse müdâhale eylemeye ve hükm-i şerifimin suretini ayni ile sicill-i mahfuza kayd eyleyesin ki, mazmûn-ı hümâyûn ile amel oluna deyû hüküm yazılmıştır. Rebîülâhir 995 (Mart 1587)”

Osmanlı’da İmaret (Hayır Kurumları)

Osmanlı devletinde fakir ve muhtaçlara yemek yedirilen yerlere “imaret” adı verilmiştir. Sonradan aş evi, aşhane olarak anılan bu imaretler, bir külliye meydana getiren cami, külliye, medrese, dârüş’şifâ gibi bölümlerden biri olmuştur. İmaretlerde medrese talebelerine, cami cemaatinden yoksullara,  misafirlere günde yaklaşık dört-beş bin kişiye öğle ve akşam yemeği verilirdi.

İmaretlerin aslı Allah Rasûlü’nün kurduğu Suffa kültürüne dayanmaktadır.  Suffa ashabı Allah Rasûlü’yle beraber olur ondan ilim elde eder, daima cihada iştirak ederlerdi.

Kuşları himayelerinin ve onların kışın kar yağdığı zamanlarda bile yiyeceklerinin ve yaz sıcaklarında içecekleri sularının te’minine kadar şefkatin gösterildiği medeniyetimizde, medreselerde okuyan talebelerle yolculara, muhtâç ve kimsesizlere ne kadar merhametli ve müşfik olunduğu belli olmaktadır.

Osmanlılarda ilk imareti 1336’da kuran Orhan Gâzi, müessesesinin açılışını yaparak, fakirlere bizzat yemek dağıttı. Osmanlıların son zamanlarına kadar devam eden bu müesseselerin yerine sonradan aşevleri kuruldu.

Osmanlı’da Eğitim

 Peygamberimiz (s.a.v.)’e ilk vahiy geldikten sonra, İslâmiyet’i kabul eden ilk mü’minler, sahâbe-i kiramdan Hz. Erkam’ın evinde gizlice toplanır ve Peygamber Efendimiz’in rehberliğinde İslâmiyet’i ve Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenir, gelişmeleri değerlendirirlerdi. İslâmiyet’de mektep ve medresenin bu şekilde doğduğu söylenebilir. Hicretten sonra Peygamber Efendimiz Medîne-i Münevvere’de İslâm devletinin temellerini atınca, orada tesis edilen Mescid-i Nebevî, İslâmî eğitim ve öğretimin merkezi hâline getirildi. Bu eğitim sistemi ve teşkîlâtı bundan sonra kurulan câmi içi ve dışı eğitim müesseselerine model teşkil etti.

Camilerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri, câmi dışı müesseseler kurulduktan sonra da devam etmiş, küçük çocukların eğitim ve öğretimi, onların câmi ve mescitleri temiz tutamayacakları düşüncesi ile ilk devirden beri daha çok mâbedlerin dışında yürütülmüştür. Yetişkinlerin eğitim ve öğretiminin câmilerde yürütülmesi, dört halîfe devrinde de aynen devam etmiştir. Emevîler devrinde ise, çocuklar için müstakil ve mükellef (zamanına göre her türlü teknik ve kültürel yeniliklerle donatılmış) mektepler açılmıştı. Sekizinci asırda üç bin talebeyi barındıran Belhli Ebü’l-Kâsım Dehhâk’ın mektebi, ilköğretimde önemli bir merhale kabul edilebilir. Bu nevî mekteblere, ‘küttâb’ veya ‘mekteb’, öğretmenlerine de ‘muallim’ denirdi.

Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında, zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu.