Başyazı

Üç Hedefimiz: Anlatmak

Paylaş:

         Kıymetli okurlarımız, Başyazarımız Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin 1 yıldır haksız yere tutuklu olması sebebiyle Hocaefendi’ye ait “Üç Hedefimiz: Okumak, Yaşamak, Anlatmak” konulu derslerinden hazırladığımız Okumak ve Yaşamak ile ilgili bölümleri önceki sayılarımızda sizlerle paylaşmıştık.    

Bu sayımızda ise üç hedefimizin sonuncusu ve en hayırlı ümmet olmanın şartlarından olan “Anlatmak” konusuyla kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Hamd, gönderdiği davet önderleriyle insanlığa hidayetin yolunu gösteren Allah’a; salât, davet yolunda verdiği mücadele ve gösterdiği sebat ile bizlere örnek olan Rasulullah’a; selam, medeniyetimizi yeniden canlandırmak için davet yolunda fedakârlıkta bulunan tüm kardeşlerimin üzerine olsun.

Allah Azze ve Celle Âdem Aleyhisselam’ı yarattıktan sonra ona kelimeleri ve konuşmayı öğretmiş ve düşmanını tanıtmıştı. İlk dersini Rabbinden alan Hz. Âdem, Allah’ın koyduğu yasağı çiğnemesi üzerine cennetten yeryüzüne indirildi. Hz. Âdem’in kıssası bizlere Allah Azze ve Celle’nin ilk muallim olduğunu gösterir. Dolayısıyla öğreticilik vazifesini yerine getirenler Allah’ın sünnetini yerine getirmiş olacaklardır. Bu sünneti takip eden Peygamberler de Allah Azze ve Celle’nin yaptığı gibi insanlara anlattılar. Çünkü tarihin her safhasında insanların çoğu pusulayı şaşıracak ve Allah Azze ve Celle’nin öğretilerinin dışına çıkacak ve hep bir yol göstericiye ihtiyaç duyacaktı. Allah Azze ve Celle bu sebeple tarih boyunca istikametten sapmış olan insanoğlunu uyarmak için dünyanın değişik yerlerine Peygamberler göndermiştir.

En son peygamber olan Efendimizden sonra da bu görevi sürdürecek ve İslam’ı anlatacak insanlara ihtiyaç duyulacağı için Efendimiz bir hadisinde; “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir”1 buyuruyordu. Peygamberimizin de haber verdiği gibi Allah Azze ve Celle her asırda ulema ve müceddidler gönderdi. Gerek inanç esasları gerekse ibadet ve ahlak açısından bozulmuş olan dini meselelerin doğrusunu bir kez daha öğretmek maksadı ile gönderilen müceddidler yoluyla, Efendimizden sonra da bu görev sürdürülmüştür. Farklı mekân ve zamanlarda gönderilen müceddidlerin her birisi bir görev ifa edecek, kimi iman kimi fıkıh kimi ise hareket metoduyla ilgili mevzularda topluma Kur’an’a göre yön verecekti.

ÖMÜR BOYU DAVET

Allah Rasulü’ne Peygamberlik verildiği zaman görevinden dolayı heyecan içindeydi. Hz. Hatice annemiz kendisine, “Ey Allah’ın Rasulü kendinizi çok yoruyorsunuz biraz uyusanız” dediğinde Efendimiz, “Ey Hatice, uyku devri çoktan geçti” diye karşılık veriyordu. Kendisine verilen davanın ağırlığının ve mesuliyetinin bilinciyle insanlara sürekli İslam’ı anlatıyordu. Peygamberlik hayatı boyunca rahat yüzü görmeden anlatmaya devam ediyordu.

Allah Azze ve Celle, “Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bu görevini yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete erdirmez”2 buyurarak Peygamberine görevini hatırlatıyor ve insanlardan koruyacağını vaat ederek, O’ndan sadece görevini yapmasını istiyordu. Allah Rasulü Rabbinden aldığı bu emirle sadece O’na güvenerek karşılaştığı bütün insanlara hatta Ebu Cehil gibi meseleyi anladığı halde inkâr edenlere bile İslam’ı anlatıyordu.

Allah Azze ve Celle, “Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici, bir hatırlatıcısın”3 buyurarak Efendimizin sadece anlatmak ve hatırlatmakla mükellef olduğunu, “Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin”4 ayetiyle insanların başına zorba olarak gönderilmediğini, “La ikrahe fid din”5 buyruğu ile de dinde zorlamanın olmadığını bildiriyordu. Peygamberimiz bir hadisinde “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar”6 buyurur. Yani insan, İslam’ın hakikatlerini kabul etmeye meyilli bir şekilde yaratılmıştır. İnsanın İslam fıtratı üzere olması sebebiyle ona biraz anlatmak kâfi gelebilir ve meseleyi hemen anlayabilir. O yüzden Efendimize ‘müzekkir’ yani sadece hatırlatan olduğu zorbalığa gerek olmadığı bildirilmiştir.

Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem Rabbinin verdiği vazife ile nerede bir insan veya topluluk görse anlatıyordu. Panayırlarda kabile kabile geziyordu. Peygamberimiz davasını anlatırken türlü eziyetlere maruz kalıyordu. Taif’e kadar gidiyor ve orada insanlar tarafından taşlanmasına rağmen anlatmaya devam ediyordu. Kendisine o kadar tükürüldü, taş atıldı ve kendisiyle o kadar alay edildi ki O, bütün bunlara rağmen görevinden vazgeçmedi.

DAVETİN İLK HALKASI

Allah Rasulü’ne “(Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyar”7 ayeti geldiği zaman Efendimiz çocuk yaştaki Hz. Ali’ye bir keçinin budu ile yemek yapmasını söylemişti. Kendi akrabalarından olan Haşimoğulları aşiretinden büyük adamları çağıracaktı. Allah Rasulü onların önüne az bir yemek koymuştu. Rivayetlerde, her birisinin bir kuzu veya bir koyunu yiyecek kadar çok yedikleri bildiriliyor. O yüzden yemeğin az olduğunu görünce şaşırdılar ve “bu kalabalığa bu kadar mı yemek verecek?” diye düşündüler. Allah Rasulü yemelerini söyledi ve az bir yemekle herkes doydu. Allah Rasulü daha sonra elindeki bir tas sütün dağıtılmasını istedi. Süt de herkese yetti hatta kana kana içtiler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bunun üzerine konuşacakken Ebu Leheb, “Kardeşimin oğlu sizleri büyülemiş bulunuyor” dedi ve Efendimiz daha konuşamadan akrabalarının kalkıp dağılmasına sebep oldu.

Allah Azze ve Celle Peygamberimize “anlat ve uyar” buyururken kâfirlerle uzlaşmasını değil onları uyarmasını istiyordu. Çünkü din, kâfirlerle güzel bir şekilde geçinilmesi ya da onlarla uzlaşarak dinden taviz verilmesi için değil; onları uyarmak ve davet etmek için gönderilmişti. Din, Müslümanların bukalemun gibi renkten renge girmeleri için de gönderilmedi. İzzet sahibi olan Allah, bu şekilde (kafirlere karşı bir duruş öğreterek) Rasulü’ne ve Müslümanlara izzetli ve şerefli bir yol gösteriyordu.

Efendimiz, davasını anlatamadan kalkıp dağıldıkları için akrabalarını tekrar davet etti. Peygamberimiz bu sefer Ebu Leheb daha bir şey diyemeden konuşmaya başladı; “Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Araplar içinde benim size getirdiğim, dünya ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstün ve hayırlısını kavmine getirmiş başka bir kimse bilmiyorum. Ben, sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki o da: Eşhedü en La İlahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulullah (Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in, O’nun Rasulü olduğuna şehadet ederim) demenizdir. O halde, hanginiz bu yolda bana icabet ederek yardımcım olur?”8 diye sordu.

Kimseden ses çıkmazken Hz. Ali ayağa kalktı. Fakat Peygamberimiz, sen daha çocuksun, sen zaten bendensin dercesine onun oturmasını istedi. Efendimiz, sorusunu üç sefer tekrarladı. Kimseden cevap çıkmadı. Üç sefer de sadece Hz. Ali’den cevap geldi, “Ya Rasulallah! Sana, ben yardımcı olurum. Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de...”9 Allah Rasulü Hz. Ali dışında kimseden olumlu bir cevap almamasına rağmen akrabalarına anlatmaya devam etti.  Allah Rasulü anlatmaya devam ettikçe kavmi de Peygamberimizi koruyan amcası Ebu Talip’e gelerek şikâyet etmeye devam ettiler. Bu tehdit ve şikâyetler karşısında durmakta zorlanan Ebu Talip bir gün, “Ey yeğenim, bugüne kadar ben seni korumaya çalıştım. Yaşlandım seni koruyacak halim de kalmadı artık bu davayı bırak” dedi. Allah Rasulü; “Ey amca, ben onları yalnız bir kelimeye çağırıyorum. O kelimeyi dedikleri zaman Arap olmayanlar da Araplara boyun eğecekler ve cizye ödeyecekler. O kelime sayesinde bütün dünyaya hâkim olacaklar” buyurdu.

Ebu Cehil, “Mademki bütün Araplar bize boyun eğecek, o kelime nedir?” dediği zaman Efendimiz, “La İlahe İllallah diyeceksiniz” buyuruyordu. Allah’tan başka hiçbir ilah kabul etmeyeceksiniz. Allah’tan başka bir otorite tanımayacaksınız. Bütün her şeyinizi; hayat prensiplerinizi, değerlerinizi ve ölçülerinizi Rabbinizden alacaksınız. Nasıl yaşayacağınızı Rabbinizden öğreneceksiniz. Birbirinizi ilah olarak görmeyeceksiniz. Kullara kulluk yapmayacaksınız. İnsanların haram dediğine haram, serbest bıraktıklarına serbest demeyeceksiniz. Onlar; faiz, zina, kumar ve içkiyi serbest bırakmış olsa da Allah’ın serbest kıldıklarını serbest, haram kıldıklarını da haram göreceksiniz. La İlahe İllallah demek, hayatı Kur’an’a göre, Allah’ın istediği şekilde yaşamak, kim ne derse desin Allah’ın dediklerini esas olarak kabul etmek, Allah’tan başka bir otorite tanımamak, kullara kulluk yapmamak demektir.

Ebu Cehil, “İlahlarımızın hepsini bırakıp bir tek Allah’tan mı yardım isteyeceğiz” diyerek itirazda bulundu. Allah Rasulü onların karşısında boynunu bükmüyor, iki büklüm olmuyordu. Her zaman dimdik durarak “evet tek bir ilaha inanacaksınız” diyordu. Mekkeli müşrikler zaten Allah’ı kabul ediyorlardı. Kabe’yi tavaf ediyor hatta Allah’ı zikrediyorlardı. Fakat onlar Allah’ı tek olarak kabul etmez, sadece Allah’tan yardım istemezlerdi. Kendi ilahlarından da yardım istiyor, ilahlar adına kanun koyan reislerinin sözlerini dinliyorlardı. Reisler de putların adına kanun koyuyor ve insanların onlara itaat etmelerini sağlıyorlardı. Sırtlarını Lat’a ve Menat’a yaslamışlar ve istedikleri şekilde Lat’ı ve Menat’ı kullanıyorlardı. Bu şekilde Allah’a ortak koşuyorlardı.

DÜNYA HÂKİMİYETİNİ VAAD EDEN KELİME

Allah Rasulü muhataplarına, La İlahe İllallah dediklerinde dünyanın hâkimi olacaklarını söylüyordu. Peki, bu kelimenin sırrı nedir? Ya da La İlahe İllallah demek bu kadar zor mu, neden Mekkeli müşrikler bunu söylemiyordu? Bu kelimede nasıl bir sır var? Kelime-i Tevhid’de Allah’ın dediğine inanmak, O’ndan başka bir ilah kabul etmemek, başkasına ibadet etmemek, O’nun dediği gibi bir ahlaka sahip olmak gibi manalar vardır. Bu şekilde inanıp, bu şekilde yaşayıp Allah’ın istediği bir medeniyet kurduğunuz zaman yeryüzüne hâkim olacaksınız.

Efendimiz bu sözleriyle Tevhid’in gereklerine uyan bir milletin yükseleceğini haber veriyordu. Öyle de oldu ve 23 yıl gibi kısa bir zamanda, Efendimize bir başarı nasip oldu.  Böylesine büyük bir başarı bu kadar kısa zamanda ne başka bir peygamberde ne de bir liderde görüldü. Gerçekten de Allah Rasulü’nün haber verdikleri gerçekleşti. O bölgede İslam’ın yayılmasıyla Arap olmayanlar Araplara boyun eğmeye başladı ve İslam bütün dünyaya yayıldı.

Allah Rasulü’nün verdiği haberler gerçekleşiyordu. La İlahe İllallah onlara iki türlü yükselmeyi de öğretiyordu. Hem maddi hem de manevi olarak yükseliyorlardı. Bir taraftan geceleri kalkıp namaz kılıyorlar, Rablerini zikrederek maneviyatlarını geliştiriyorlar, bir taraftan mücadele ediyorlar ve bu şekilde yükseliyorlardı. Tek taraflı yükselecek olursanız yıkılırsınız. Yerin üzerinde gövdeniz yoksa güneş alamazsınız ve insanlara faydalı olamazsınız. Bu şekilde yerin altına doğru damarlarınızı salsanız ne ifade eder ki? Bir taraftan yukarıya doğru yükselirken diğer taraftan da aşağıya doğru daha da derinlere gitmelisiniz ki ayakta kalabilesiniz. Bir ağacın boyu uzadığı halde damarları aşağıya derinlere doğru inmemişse bu sağlıksız bir yükselmedir ve rüzgâr estiği zaman o ağaç yıkılacaktır. Aynı şekilde bir devlet ya da cemiyet manevi alanda derinleşmeden sadece madde alanında yükselecek olursa yıkılmaya mahkûmdur.

Allah Rasulü insanların iman etmesi ve toplumun bu şekilde iki türlü de yükselmesi için gece gündüz anlatıyordu. Ebu Talip bir gün, “Ey yeğenim artık seni koruyamaz oldum, bu davayı bıraksan” dediği zaman Allah Rasulü, “Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm”10 buyurdu. Efendimizin bu konuşması hedefini anlamış, sancılı bir dava adamının konuşmasıydı. O’nun bu kararlı hali amcasını derinden etkilemişti ve bunun üzerine, “İşine devam et, istediğini yap. Vallahi, herhangi bir şeyden dolayı seni asla kimseye teslim etmeyeceğim”11 dedi. Onun bu kararlı konuşması amcasını etkilemişti.

Davetçi kararlı ve azimli olmalıdır ki önüne çıkan engellere rağmen yoluna devam edebilsin!

Bazen anne-babası, bazen amca, dayısı, bazen de en tehlikelisi nefsi kişiye engel olabilir. Davetçi yelkenli gemi gibi değil vapur gibi olmalıdır. Yelkenli gemi rüzgâr esince gider esmeyince gidemez denizin ortasında kalıverir. Her zaman rüzgârı bekler, rüzgâr esmediği zaman kımıldayamaz. Buharlı gemiler ise rüzgâr olsa da olmasa da hatta aksi istikamete doğru bile gidebilir. Çünkü onların gücü kendi içlerinden kaynaklanmaktadır. Onları harekete geçiren dışardaki rüzgâr değil kendi içlerindeki motorlarıdır. Buharlı gemiyi harekete geçiren motor olduğu gibi dava adamını da harekete geçirecek olan etrafındaki cemaat, şartların iyi olması ya da durumun müsait olması değil içindeki imandır. O iman her zaman onunla beraber olur. Rüzgâra karşı da gider, rüzgârın arkasından esmesini beklemez. Böyle bir motora sahip olmayanlar rüzgâr estikçe giderler. Rüzgâr esmeyince veya aksi istikamette esmeye başlayınca gerisin geriye dönerler. Onların son istasyonları oraya kadardır.

Allah Rasulü insanların çoğu anlamasa da anlatmaya devam ediyordu. O’nun için en büyük zikir, Allah’ın davasını anlatmaktı. Rabbinin kendisine vermiş olduğu davayı en güzel şekilde ortaya koyuyordu. Bazı kişiler, “Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, artık cahiliye döneminde atalarınızı andığınız gibi hatta ondan da kuvvetli bir anma ile Allah’ı anın”12 ayetini yanlış anladı ve ayeti sesli ve toplu bir şekilde yapılan zikir olarak yorumladılar. Halbuki ayetin sebebi nüzulünde, Mekkeli müşrikler atalarına hürmeten Mina’da bir yerde durarak babalarıyla övünmeye başlıyorlardı. Kur’an bu durumdan bahsederek babalarınızı nasıl övdüyseniz Allah’ı daha fazla övün. Allah’ın ilahlığından, kanun koyuculuğundan, Rabliğinden, yaratıcılığından, cömertliğinden, sıfatlarından bahsedin. Çünkü babalarınızı yaratan Allah, övülmeye daha çok layıktır demek istiyordu. Buradaki zikrin manası övmek, anmaktı. Rasulullah da bu ayeti Allah’ı anmak, zikretmek, Allah’ı anlatmak olarak anlamıştı ve bu şekilde her yerde Rabbini anlatıyordu. Ayrıca Kur’an ya da kitap okumak, İslami sohbet, tefekkür etmek de birer zikirdir.

VAZİFEMİZ: ANLATMAK

Kalbinizde zerre kadar iman varsa anlatmak zorundasınız. Kafirler neslimizi helak ediyor, onları avlayabilmek için gece-gündüz nice oyunlar ve filmler tezgahlıyor. Anlatmak zorundasınız, anlatamıyorsanız anlatanlara yardımcı olmak zorundasınız. Yalnızca Müslümanlara yapılan zulümlerden değil dünyanın gidişatından hatta fıskı fücur içerisinde yaşayan bunalımda olan Avrupalı gençten de mesulsünüz. Dünyadan ve insanların gelmiş olduğu durumdan mesulsünüz. İman kişiye mesuliyet duygusu kazandırır. Mesuliyet duygusu kazandırmayan, harekete geçirmeyen, kişiyi yatağından kaldırmayan, hayatı değiştirmeyen iman, iman değildir.

Mü’min kendini dünyadan mesul gören insandır. Rabbimiz “Benim için ne yaptın, davamı anlattın mı?” diye sorduğu zaman cevap vermek zorundayız. Para kazanmak için konuştuğunuz kadar Allah’ı anlattınız mı? Bu dünyaya bir defa geliyoruz, bir daha gelmeyeceğiz. Akıl baliğ insan için bu pazar bir defa açılıyor. Neyimiz varsa bu uğurda ortaya koymalıyız. Bu pazarda en kıymetli şeyler ortaya konulur, adi şeyler satılmaz. Bu pazarda gençliğinizi, siyah saçlarınızı ortaya koyacaksınız karşılığında Allah’tan cenneti alacaksınız. Kur’an-ı Kerim, “Allah mü’minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı”13 buyuruyor. Allah Azze ve Celle karşılığında cennetini vermek için kendi verdiği malı ve canı bizden ödünç olarak istiyor. “Kim, Allah’a güzel bir ödünç verecek olursa; Allah ona karşılığını kat kat verir. Ve ona, çok değerli bir mükafat da vardır.”14

Kıyamet gününde, dünyadayken daima anlattığı için amel defterini hayırla doldurmuş insanlar olacaktır. Onlar; mahallesinde, okulunda, otobüste, her nerede bulunursa bulunsun konuşabileceği bir insan bulduğu zaman hemen konuşan hayra davet eden, kötülükten sakındıran kimselerdir. Kıyamet gününde, görevini hiçbir zaman unutmayan böylesi kişiler hakkında Kur’an şöyle buyurur: “Kitabı sağından verilmiş olan der ki: Alın, işte okuyun kitabımı.”15 Rasulullah’ın kendisine tabi olduğu için zengin hayatı bırakıp fakir hayat yaşayan, Medine’ye muallim olarak gönderdiği, gencecik hayatını ortaya koyan sonra da şehit olan Mus’ab Radıyallahu Anh’ın defteri gibi güzel defterlere sahip olanlar olacaktır. Diğer taraftan da defterini boş şeylerle doldurmuş, ömrünü boşa geçirmiş, boş konuşmuş, Rabbinin yolunda adım atmamış, terlememiş, üzülmemiş, Rabbinin davasının çilesini çekmemiş, sancısız ve yatağı kendisinden usanmış kişilerin defteri olacaktır.

DAVETÇİ YETİŞTİRMENİN ÖNEMİ

Allah Rasulü, bir zamanlar Mekke’nin en yakışıklı ve zengin delikanlısı Mus’ab’ı bir posta bürünmüş şekilde gördüğü zaman; “Şu genci görüyor musunuz? Allah ve Rasulü’ne olan sevgisi onu bu hale getirdi” diyordu. Mus’ab soylu bir aileden geldiği için konuşmayı biliyordu ve İslam davetçisi olmaya uygun bir insandı. Allah Rasulü de güzel konuşabilen Mus’ab’ı Medine’ye davetçi olarak gönderiyordu. Sahabenin hepsi birer davetçiydi ama Allah Rasulü özellikle bazı davetçileri yetiştirmekten geri kalmıyordu.

Tevbe suresinde geçen, “... Her topluluktan bir taifenin dinini iyi öğrenmek ve kendisine döndüklerinde kavmini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi? Olur ki kaçınırlar” ayetinde buyrulduğu gibi Allah Azze ve Celle ümmeti Muhammed’in içerisinden böyle bir davetçi grubunun yetişmesini farz kılmaktadır. Her Müslüman bildiğini anlatmakla mükelleftir ama Müslümanların içerisinden uzman kadroların yetişmesi de bir mükellefiyettir. Çünkü İslam düşmanları uzmanlaşmıştır. Ayrıca Kur’an’ın bazı meseleleri ancak uzmanlıkla anlaşılabilecek olan meselelerdendir. Ondan dolayı Allah Azze ve Celle bir kısım insanların savaşmasını bir kısım insanların da ilimle meşgul olmasını emrediyordu. Ya da Rasulullah ile birlikte savaşa giderken ondan ders almalarını, inen her ayeti öğrenmelerini, hadisleri ezberlemelerini ve bu şekilde geri döndükleri zaman bildiklerini bilmeyenlere anlatmalarını emretmiş oluyordu. Müslümanların içinden Hz. Ebubekir, Mus’ab b. Umeyr, Muaz b. Cebel gibi uzmanlar yetişiyordu. Ashabın hepsi uzman değildi ama hepsi de İslam’ı bildiği ölçüde anlatıyordu.

SABIRLA ANLAT!

İslam davetçileri bilecek ki her şeyin bir zamanı vardır. İnsanlar kabul etmese de Rabbimizin hatırı için sabredip görevinizi yapmaya devam edeceksiniz.   Daima anlatacak ve insanların içinden maden olanları İslam potasında eriteceksiniz.

Bazı mikroplar elli derecede ölürken bazıları yüz veya iki yüz derecede ölmektedir. Hararetiniz yüksek değilse insanlardaki mikropları öldüremezsiniz. Fırınınızın derecesi yüksek değilse içinize atılmış olan madenleri eritemezsiniz. O zaman “Bunlar taştır, maden değildir” diyemezsiniz. Belki de o insanı eritebilecek başka bir fırın vardır. Her maden için bir erime ısısı ve pota olduğu gibi her madenin de bir ustası vardır. Siz kendi görevinizi bilmelisiniz. Evet, belki bazıları taş gibidir ve ısıyı ne kadar yüksek verirseniz verin maden erirken taş çatlar ve ona kolay kolay bir şekil verilemez ama o taşların içindeki madenler aranıp bulunmalıdır. Sabretmeli ve Rabbinizin hatırı için buna dayanmalı, her yerde ve her zaman anlatan insanlar olmalısınız.

Anlatanlar okuma ihtiyacı duyarlar. Okuyanlar anlatır, anlatanlar da okurlar.

Allah Azze ve Celle, Okuyan, Yaşayan ve Anlatan olmayı cümlemize nasip etsin, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun. *

*Alparslan Kuytul Hocaefendi’nin “Üç Hedefimiz-3 Okumak, Yaşamak, Anlatmak” Konulu 2003 Yılında Gerçekleştirdiği Dersinden Hazırlanmıştır.

1.        Ebu Davud, Melahim, 1

2.        Maide, 67

3.        Gaşiye, 21

4.        Gaşiye, 22

5.        Bakara, 256

6.        Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5

7.        Şuara, 214

8.        İbni Kesîr, Sîre: 1/459

9.        İbni Kesîr, Sîre: 1/459

10.     İbni Hişâm, Sîre: 1/474

11.     İbni Hişâm, Sîre, 1/285

12.     Bakara, 200

13.     Tevbe, 111

14.     Hadid, 11

15.     Hakka, 19