Tefsir

Ummanlar Kadar Bir Yürek!

Paylaş:

“Sen o zaman, sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah’tan mağfiret dile! Yapacağın işlerde onlara da danış...”1

Şanı yüce Nebi Aleyhisselam’ın zaten inananlara karşı merhamet ve sevgi dolu olan yüreğini daha da pekiştiren, güzel ahlakta devam konusunda sağlamlaştıran ve motive eden bir dokunuştur bu ayet… Aynı zamanda mü’minlere de “ümmetine düşkün” Peygamber’in ve kullarına merhametli Rabbin kadr-u kıymetini bilmeye bir ihtar… 

Evvela her şey Allah’tandır. Doğduğumuzdan bu yana gerek anne ve babamızdan gerek çevremizden gördüğümüz her ilgi, her sevgi ve merhamet dolu davranış ve her iyilik Allah’ın kullarına karşı olan merhametinin birer yansımasından ibarettir. Ve onlara yol göstersin diye Peygamber göndermesi de, o Peygamber’in kalbini yüce bir hoşgörü, büyük bir şefkatle doldurması da yine merhametindendir.

“And olsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür; mü’minlere karşı çok şefkatlidir; merhametlidir.”2

Çünkü büyük bir dava, ulvi bir hedefle gönderilmiş olan bu peygamberin davasında başarılı olması ve hedefine ulaşabilmesi için insanların kalplerini muhabbetle birleştirmesi şarttı. Dava insanların hidayetle kurtuluşunu talep ederken, onları kaçıracak, soğutacak ve usandıracak hal ve hareketler olmamalıydı. Aksine onların her türlü cefasına ve kabalığına katlanacak bir sabır, yumuşaklık ve bunlara kaynaklık edecek büyük bir şefkat gerekiyordu ki Allah Azze ve Celle Peygamberimizin yüreğini cömertçe bu duygularla doldurmuştu. “O, Sallallahu Aleyhi ve Sellem kaba ve haşin değildi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmazdı.”3

O’nu gören herkes O’nun kalbinde kendisi için de bir yer ayrıldığını hissetti. O’nun yüreğinin tüm cihanı merhametle saracak kadar geniş, şefkatle muamele edecek kadar sıcak ve şahsına karşı yapılan her türlü hatanın af ile karşılık göreceği kadar rahat olduğunu anladı. Herkesin, O’nun yanında en değerli ve sevgili kişinin kendisi olduğunu zannedeceği kadar insanlarla ilgilendi. Hataları güzelce düzeltmeyi, kusurları görmezden gelmeyi kendisine şiar edindi. Ve bu şekilde; “mü’minlere şefkat kanatlarını indir”dikçe indirdi. Kâfirlere karşı olan şiddeti, mü’mine karşı af ve merhamete dönüşüyordu.

Hiçbir zaman ‘ben’ demedi, ‘sen’ dedi, ‘siz’ dedi. Çünkü ‘sen’ demeden, ‘siz’ demeden ‘biz’e ulaşılamayacağını biliyordu. Yani önce karşıdaki için çabalayacak ‘sen’ diyeceksin. Sonra o anlayacak, senin derdine ve davana katılacak ‘biz’ olacak. Zaten O, “hiç bir şeyi kendine mal etmeyen” bir enginliğe ve tevazuya sahipti.

İşte bu nezaket ve yumuşaklıkla Allah Rasulü, boynunu kızartacak kadar ridasından çeken bedeviye gülümseyerek bakabiliyor, sıcağın arttığı, uykunun tatlılaştığı bir vakitte bağırıp çağırarak kendisini kaldıran kaba adamları cahilliklerine bağışlayarak sesini çıkarmıyordu. 

Fakat işte bu ayetin de nüzulüne sebep olan hadise artık sabrı da hoşgörüyü de taşıracak cinstendi. Bu kadarı da çekilecek gibi değildi doğrusu. Uhud Savaşı öncesinde Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabıyla istişare etmiş ve onlara sormuştu; “Medine’de kalıp savunma savaşı mı yapalım, yoksa çıkıp, düşman ordusunu karşılayıp Medine’nin dışında mı savaşalım?” Cesaret ve yiğitlikle çıkıp savaşmayı tercih ettiler. Aslında Allah Rasulü Medine’de savaşma taraftarıydı. Fakat istişarede alınan karara uydu ve zırhını giydi, daha sonra da çıkarmadı. Sonrasında daha yola çıkar çıkmaz üç yüz münafık ordudan ayrılıp, geri döndü. Yaptıkları kabul edilir bir şey değildi ve onlar bunu her zaman yapıyor, her zaman baş ağrıtıyorlardı. Fakat sabretti Peygamber… Sabrı taşıp da “Ya Rasulallah! Bunlara hadlerini bildirmeyecek miyiz?” diyen Hz. Ömer’e; “Muhammed ashabıyla uğraşıyor dedirtmem” diye cevap verdi. 

Ve savaş meydanı… Cana-can, dişe-diş kıyasıya geçen bir mücadeleden sonra tam savaş kazanılmıştı ki; Uhud dağı eteklerindeki okçuların yerlerinden ayrılmasıyla durum aleyhimize döndü. Şehidler artmış, Peygamber yaralanmıştı. Peygamber’in ‘toplanın’ nidalarına rağmen az bir kısmı hariç herkes kaçıyordu. Kendileri istemişler şimdi yine kendileri kaçıyorlardı. Kalplerine dünyalıkların tutkusu girmiş ve emre de itaat etmemişlerdi. Bunlar yüzünden koskoca bir savaş kazanılamamış, ordu bozguna uğramış daha da kötüsü nice yiğit şehit olmuştu. Üstelik Peygamber’i yaralı haliyle kendilerinin arkasından çağırır vaziyette terk etmişlerdi.

Yine sustu Peygamber… Yine “sabır” dedi… Allah için, dava için, insanların davayı, davanın insanları kaybetmemesi için sustu. Hâlbuki kızılmayı çoktan hak etmişlerdi. Her şeyi öğretmişti çünkü onlara… Yıllarca Peygamber medresesinde dünyanın değersizliğinin, emre itaatin dersini almışlardı. Üstelik tembihlemiş, sıkı sıkı uyarmıştı; “Ne olursa olsun inmeyin yerinizden” diye. Yapılan hata çok büyüktü. Fakat Peygamber’in sabrı ve yumuşaklığı ondan daha büyüktü. Çünkü O daha doğmadan asırlar öncesinde inen Tevrat’ta bile; “hilm sahibi” diye anılmıştı. Bu sabrı ve yumuşaklığı onayladı, takdir etti ve hatırlattı Rabbimiz;

“Sen o zaman, sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…”

Ve ayetin devamında, kendisine karşı yapılan hatalar için; “Artık sen onları bağışla”, Allah’a karşı olan hatalar için de “Onlar için Allah’tan mağfiret dile” buyuruldu. Allah Rasulü de yalvarttırmadan, peşinde gezdirmeden onları affetti.

“Yapacağın işlerde onlara da danış...” Onlara olan kızgınlığından ya da danışmanın sonucunda yaşadığın olumsuzluklardan ötürü danışmaktan vazgeçme. Çünkü danışma kalpleri ısındırır, muhabbeti arttırır, işi öğretir ve işin içine girmelerini sağlar. Danışmanın faydası bu şekilde danışana döner. “Hz. Peygamber’in müşavere mektebinden geçenler en yüksek siyasi terbiyeyi kazanmış olurlar.”4

Bugün Peygamber aramızda yok. Fakat ümmetin cahili de bedevisi de anlayışsızı da her zamankinden daha çok. Her zamankinden daha fazla insanlar hilme, yumuşaklığa ve sabra muhtaç. Çünkü davanın insanlara, insanların da davaya ihtiyacı var. Öyleyse Peygamber’in ümmetine olan düşkünlüğünü kocaman yüreğiyle taşıyacak olanlara da her zamankinden daha fazla muhtacız. O şefkat ve merhameti gösterecek olanlar; Peygamber’in yolunu seçmiş, O’nun mesleği ile şereflenmiş İslam davetçileridir.

Veren fakat almayan, üzülen ama üzmeyen, dert çeken fakat kimseye dert çektirmeyen kocaman bir yüreğe sahip olmalıdır davetçi. Cahilin cehaletini yüzüne vurmayacak bir hoşgörüye, bütün kaba davranışları görmezden gelecek bir sabra, sevgisizliğe sevgi ile ilgisizliğe ilgi ile kabalığa nezaket ile aceleciliğe sabır ile öfkeye sükûnet ile yersiz davranışlara ölçü ile karşılık verecek büyük, kocaman bir kalbe…

Davetçinin hareketi güzel, yolu doğru, fikri sağlam olabilir. Fakat bütün bunlar sabır, merhamet, af gibi güzel huylarla tamamlanmadıkça davet başarıya ulaşamaz. İnsanların kalpleri birleşmeden bu yolun hedefine ulaşması mümkün değildir. O halde davetçi; uğruna baş koyduğu davası için insanlara karşı güzel muamelede bulunmayı bilmelidir. İnsanlara tahammül edemeyen sabırsız davetçiler bu yolda yalnız kalacaklardır. Kendisine karşı yapılan kusurları affedemeyen bencil davetçiler ise başarıya ulaşamayacaklardır. Çünkü davanın gereği olan samimiyeti ve ihlası gösterememiş olmaktadırlar. Sahabe de Peygamberî ahlakla ahlaklanarak kitaba; “Kâfirlere karşı şedid, kendi aralarında rauf”5 olarak geçmişlerdi.

Öyleyse; Ey sahabe nesli gibi olmak isteyen Öncü Nesil ve Ey Davetçiler Ordusu!

GENİŞLETİN YÜREĞİNİZİ, UMMANLAR KADAR OLSUN!

1) Âl-i İmran 159

2) Tevbe 128

3) Tirmizi

4) Elmalılı Hamdi Yazır

5) Fetih 29