Bundan 5 yıl önce Ortadoğu’da ayaklanmalar başladığında, birileri bu ayaklanmalara çok alengirli bir isim verdi: ‘Arap baharı.’ Koskoca Ortadoğu halklarını, adeta rüştüne ermemiş bir insanı kandırır gibi, bir söylemle sokağa döktüler. Ümmetin ferasetli önderleri hariç, âliminden- aydınına, avamından- havasına hemen her kesim bu ismi benimsedi ve Ortadoğu’da oluşan bu hareketliliğin gerçek bir bahara gebe olduğu intibaı her kesimde yaygınlaştırıldı. Hatta safın önde gidenlerinden bazıları hızlarını alamayıp, bu hareketlenmelerin bir İslam devrimine gebe olduğunu dahi iddia etti.
Bu hareketlerden İslam devriminin doğacağını iddia edenler, temel gerçekleri görmezden geldi. Yılanın yavrusu yılan, aslanın yavrusu aslan olur. Yılandan aslanın doğduğu vaki değildir. Söylemin ‘İslam Medeniyeti’ değil de demokrasi söylemi olduğu, plansız-teşkilatsız hareketlerden, İslami eğitimin verilmediği kitlelerden, bir bayrak altında toplanmayan ve kendiliğinden gelişen (spontane) ayaklanmalardan İslam devriminin doğması, hayal üstü hayaldir. Ancak Müslümanlar bu olmayacak hayali kurdular, hatta aksini iddia edenleri ümitsiz, meselelere negatif bakan, kendi insanının gücünü küçümseyen kimseler gibi görüp, onlarla tartışmaya dahi kalkıştılar. Sonuçta böyle bir devrim olmadığı gibi, hiçbir konuda hiçbir sonuç da alınamadı ve milyonlarca insan boş yere öldü, yaralandı, memleketini terk etti ve daha bir sürü ağır bedeller ödedi.
Yine düşünmeden hareket ettik. Yine düşmanın hem yaldızlı, hem planlı, hem de ters köşe bir oyununa geldik. Yine Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk. Devrim yapacağız derken evrim geçirdik; dönüştürüldük, ideallerimizi kaybettiğimiz gibi, hayallerimizi de hayatlarımızı da kaybettik. Ümmet-i Muhammed olarak, adeta nevrimiz döndü. Aslında ümmet olarak hâlâ düşmanımızı zerre kadar tanıyamadık ve milyonlarca defa aynı delikten ısırıldık, akıllanmadık. Nasihatler de şefkat tokatları da bir türlü kendimize gelmemizi sağlamadı. Artık musibetler devreye girmeye başladı. Hem nasıl musibetler, milyon milyon öldürüldük; öldürülmeye de devam ediyoruz. Hz. Aişe validemiz kendisinden nasihat isteyenlere “Sizin oralarda hiç ölen yok mu” demiş ya. Bizim buralarda yani ümmetimizin içinde ölen o kadar çok ki, öyle yüz- bin değil milyonlar var. Bu milyonlarca ölüm, bu ümmete nasihat olur mu bilmiyorum. Ama şunu biliyorum; ölümün nasihate dönüşebilmesi, hayata ve ölüme Kur’an nazarıyla bakmakla mümkündür. Yaşadığımız bunca ölümlerin de ümmet için nasihate dönüşmesi, kafamıza göre değil Kur’an’a göre olayları değerlendirmemiz, Kur’an’a göre kendimizi yeniden kurmamız ve Kur’an’a göre yolumuzu-yöntemimizi belirlememizle mümkündür.
Bu hareketlenmeler başladığında Alparslan Kuytul Hocamız, bunun ‘gerçek devrimleri önlemeye yönelik sahte devrimler’ olduğunu söylemişti. Batılı toplumbilimciler Ortadoğu’daki hareketliliğin, uyanışın farkındaydı ve aslında kurgulanan bu süreç, kitlesel anlamda hedef saptırma girişimiydi. Bugün gelinen noktada bu girişimde oldukça başarılı olduklarını görüyoruz. Arap baharı sürecinde tek somut istek vardı: Diktatörler gitsin, yeter! DERHAL! ÇEK GİT! Sloganları atılıyordu. Bu ayaklanmaların düzenli, teşkilatlı, planlı, programlı, ilkeli, hedefli bir hareketlenme olmadığı sloganlardan belliydi. Gitmesi istenilen sistem (diktatörlük) ve kişiler belliydi ama yerine gelmesi istenilen sistem ve kişiler hiç hesaplanmadı. Hal böyle olunca birileri gitti, ama yeni gelenler gidenleri arattı veya kısa zamanda gider zannedilenler gitmedi…
Arap baharında dikkat çeken bir diğer yön ise, bu hareketlenmelerin toplumsal karşılığının zayıf kalmasıdır. Bu sözde bahar, her ne kadar bir yerlerde kurgulanmış olsa da, bir süre sonra sosyolojik bir hadiseye dönüştü. Ancak bu hareketler, sonuç almayı sağlayacak temel bir sosyolojik kanunun ihmal edildiği hareketler olarak da tarihteki yerini aldı. O kanun da şudur ki: Toplumsal tabanın olmadığı hiçbir hareket, başarıya ulaşamaz. Çünkü Allah’ın, İslam’ın hâkimiyeti için koyduğu sosyolojik-reel kurallar arasında ‘toplumsal taban’ şartı olmazsa olmaz şartlardandır. Rabbimiz Teâlâ buyurur ki: “Bir topluluk kendini değiştirmedikçe, Allah onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez.” İşte bir memleketin geniş halk kitleleri, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle, talebesiyle esnafıyla eğitim görüp bilinçli bir muazzam kitleye dönüştürülemezse, ortaya çıkan hareketler toplumda yeterince karşılık bulamayacak ve istenilen sonuç alınamayacaktır.
ARAP BAHARINDA TUNUS, MISIR, LİBYA VE SURİYE’DE NELER OLDU?
Yalancı bahar, önce TUNUS’da sokak eylemleriyle başlatıldı… Sivil toplum kuruluşlarının internet vasıtası ile oluşturduğu haberleşme ağıyla binlerce insan sokağa döküldü. Bu insanların söylemlerinde İslam kesinlikle olmadı… Sokak eylemleriyle başlayan ve özgürlük, demokrasi, zenginlik söylemleri ile büyüyen ayaklanmalar sonucunda, Tunus’un başındaki Zeynel Abidin Bin Ali‘nin ülkeyi terk etmesiyle seçimlerin yapılması sağlandı. Seçimlerde İslamcı kimliğiyle bilinen Raşid Gannuşi’nin birileriyle ittifakı ile oluşan en-Nahda partisi 1. Parti olarak çıktı. Ancak Gannuşi hükümetinin tüm ılımlı yaklaşımına rağmen yaklaşık iki yıl sonra, bu defa da iktidar olan en-Nahda aleyhine eylemler yapılmaya başlandı. Ve hükümet görevi bırakmak zorunda kaldı. Tekrar seçim yapıldı ve bu defa laik parti 1. Parti oldu ve laik blok hükümeti kurdu. Seçimi kazanan laikleri kutlayan Gannuşi: “Tunus’un başına kim gelirse gelsin, önemli olan siyasi konsensusun oluşmasıdır” açıklamasını yaptı. Diktatör bin Ali’nin eski bakanları hükümette yeniden görev aldı. ABD yeni hükümeti tebrik etti. Yani aslında Tunus’ta, İslamcıların daha da ılımlı hale gelmesinden öte, hiçbir şey değişmedi.
Süreçte Mısır’da yaşanan durum ise çok daha dramatik oldu. Gösterilerin başlamasından 1 ay sonra diktatör Hüsnü Mübarek, 30 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kaldı. Aylar sonra seçime gidildi ve İhvan’ın desteklediği Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı seçildi, hükümeti kurdu. Ancak daha 1 yılını bile doldurmadan 8 ay sonra, Tunus’da olduğu gibi bu defa da seçilmiş hükümete karşı gösteriler başladı. Gerek gösteriler, gerekse de negatif propagandalar neticesinde, askeri müdahaleyle, %52 oyla gelen hükümete darbe yapıldı. Bu durumu Rabia Meydanı’nda protesto etmeye çalışan Mursi yanlılarına keskin nişancılar tarafından açılan ateş sonucunda 5 bin insan şehid edildi… Yüzlerce insan, Muhammed Mursi de dâhil olmak üzere zindanlara dolduruldu, idam kararları verildi. Şu anda Mısır’da ufak tefek gösterilerin dışında, aslında ciddi bir ümitsizlik hâkim. Halk her ne kadar son genel seçimlere katılmayarak, darbeci sistemi boykot etse de sonuç değişmemiştir.
Libya’da olanlar ise, çok daha karmaşık ve kaotik bir ortam oluşturmuştur. Ayaklanmalar sonucunda 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğü devrilmiştir. Ancak Arap baharının plansız oluşu, burada da kendini göstermiştir. Gidecek olan sistem ve kişi belirlenmiş, defedilmiş, ancak yerine kimin ve hangi sistemin geleceği hesaplanmamış veya bu konularda mutabakata varılmamıştı. İşte bu hesapsız kitapsızlık, Libya’yı bir iç savaşın içerisine sürüklemiştir. Bugün, İslamcı düşünceye sahip olanlar, ırkçılar ve ülkedeki mevcut 40 kabilenin arasındaki güç kavgaları, önü alınamaz noktaya geldi. Maalesef bu kadar kargaşanın yaşandığı Libya’da halk, zalim Kaddafi’yi bile arar duruma gelmiştir. Libya’da yakın gelecekte gidişatın düzeleceğine dair de, en ufak bir emare görülmemektedir.
Ve Suriye… Sahte baharın yaşandığı ülkelerden en hazin sonu, en büyük açmazı Suriye yaşadı, halen de yaşamaya devam ediyor. Suriye’nin şu anki durumunu özetleyecek en doğru cümle:
KURTLAR SOFRASINDA BİR ÜLKE: SURİYE
Suriye’de ayaklanmalar başladığında, birkaç ay hatta birkaç hafta ömür biçilen Esad iktidarı, halen -5 yılın ardından- ayakta kalmaya devam ediyor. Her ne kadar ülkenin % 40’ına hâkim olabilse de, Esad’a destek devam ediyor.
Dünyanın süper güçleri leş yiyen kargalar gibi, enkaza döndürdükleri Suriye’nin üzerine üşüşmüş durumdalar. Hepsi savaşa bir şekilde müdahil olmak istiyor. Kimler Suriye’de? Kimler yok ki? Irak’tan çekilmeyi planlayan ABD, DAEŞ’i bahane ederek hem Irak hem Suriye’ye bombalar yağdırmaya devam ediyor. Gerçekten DAEŞ’i mi vuruyor, muhalifleri mi vuruyor belli değil; ama Esad’ı vurmadığı kesin. Avrupa ülkelerinin en güçlüleri Suriye’de… Fransadaki DAEŞ saldırılarından önce de Suriyede olan Fransa, saldırılardan sonra, daha fazla askerle ve güçle yoğun bir şekilde Suriyeyi bombalıyor. Fransa hakikaten DAEŞ’i mi vuruyor, belli değil. Almanya orada… İtalya 3 büyük savaş gemisiyle Akdeniz’de… Ve Rusya… Ve Çin… Ve İran… Ve Irak… Ve Lübnan… Ve Suriye’de varlığı hiç hissedilmeyen ama orada var olan ve uzmanlara göre hem ABD hem de Rusya ile anlaşmış olan İsrail… Peki, Türkiye Suriye’nin neresinde? Türkiye Suriye’nin hiçbir yerinde değil. Önüne atılan Rus uçağı yemini yutup Rus uçağını düşüren Türkiye, Bayır-Bucak Türkmenlerine dahi yardım edemez duruma getirildi. Bu durum, Ortadoğu’nun abisi olma hayalini kuran Türkiye’ye bu denklemde yer verilmeyeceğini açıkça gösteriyor. ABD ve Avrupa’nın gözünde Türkiye, (bir siyasinin ifadesiyle), Suriyeliler için bir toplama kampından başka bir şey değil.
Aslında Suriye’de ABD-Avrupa ayrı bir blok, Rusya, İran, Irak, Lübnan ve dolaylı da olsa Çin ayrı bir blok zannedilebiliyor. Oysa özellikle son zamanda, bunların söylemlerinin birbirlerinden hiç de farklı olmadığı açıkça görülüyor. Aslında tüm bu blokların ortak bir düşmanda anlaştıkları ve düşman olarak DAEŞ’i belirlediklerini görüyoruz. Amerika, Irakta adeta yoktan var edip kurguladığı düşmanı tüm bu cephelerin birleşmesini sağlayıcı bir unsur olarak kullanıyor. Ortak düşman hepsini bir araya getiriyor ve dünyada yeni ve güçlü bir blok oluşuyor. Bu arada Suriye de olanlar oluyor. Tüm bu blok, bugünlerde Esadlı geçişi konuşuyor. Esad’ın gitmesi konusunda yüksek sesle konuşan tek ülke olan Türkiye bu konuda da yalnızlaştırılıyor. Hatta en son Cumhurbaşkanı da baktı ki olacak gibi değil, herkes Esad’ın arkasında, kerhen de olsa’Esadlı geçiş olabilir’ dedi.
Tüm bu durumlardan anlaşıldığı kadarıyla, bu ülkelerin düşmanı Esad değil. Peki, bunların gerçek düşmanı DAEŞ mi? Eğer gerçek düşman DAEŞ olsaydı, böyle topyekûn bir gücün saldırısı karşısında DAEŞ’in esamesi okunmazdı. Oysa ortada bir türlü yenilemeyen, eli Avrupa’ya kadar uzanmış(!) bir örgüt var. Buradan anlıyoruz ki DAEŞ bir örgüt değil, bir projenin parçasıdır. Bu proje daha önceleri çok konuşulan, ama son 5 yıldır pek de üzerinde durulmayan BOP’tur. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin bu aşamasında, Ortadoğu’daki haritalar değiştirilecek ve yeni bir dizayn başlayacaktır. İşte dünyanın süper güçleri, bölgenin şekillenmesinde bizzat pay sahibi olmak için bölgeyi işgal etmiş durumdadırlar. Arap baharı başlamadan önce, Eski ABD Dışişleri bakanı Condoleezza Rice; “Ortadoğu’da haritaların değişeceğini, 22 ülkenin yeniden dizayn edileceğini” söylemişti. Ortadoğu’da haritaların değişeceğini söyleyenlerin gerçek düşmanları ORTADOĞU’dur. DAEŞ ise sadece, minareyi çalmak isteyenlerin kılıfıdır. Ortadoğu’nun önemi de, genç nüfusa sahip halkların uyanışa geçmiş olmasıdır. Yani aslında savaşın gerçek sebebi, stratejik öneme ve zengin petrol yataklarına sahip Ortadoğu’nun topraklarından ziyade, bölgeye hâkim olup İslami uyanışı engellemektir.