Teknoloji hayatımıza yaklaştıkça, zihinler düşünmekten uzaklaşıyor, dil tembelleşiyor, yazan eller hikmeti ve maneviyatı yavaş yavaş yitiriyor... 21. yüzyılın dijital devrimlerinden belki de en dikkat çekeni, yapay zekâ teknolojisinin hayatımıza hızla nüfuz etmesi diyebiliriz. Bu anlamda yapay zekâ teknolojisinin bilgi üretiminden sağlık hizmetlerine, eğitimden ticarete, iş planlamasından kişisel planlamalara kadar birçok sahada büyük kolaylıklar sağladığı bir gerçektir. Fakat hangi gelişmenin içerisinde olursak olalım, bir Müslüman olarak gelişmelere baktığımızda her nimetin bir sorumluluğu ve imtihanı da beraberinde getirdiğinin bilincinde olmalıyız. Yapay zekâ gerçekten bir nimet olabilir ancak bu nimetin bizi nasıl bir ahlaki sınavla karşı karşıya bıraktığı da göz ardı edilmemesi gereken ve dikkat edilmesi gereken noktalardan bir tanesidir.
Yapay zekânın gelişimiyle birlikte her alanda etik kaygılar çoğalmış durumdadır. Özellikle yazı, fikir ve ilmî üretim gibi sahalarda bu teknolojinin yoğun kullanımı, ciddi bir ahlaki sorgulamayı ve muhasebeyi gerekli kılmaktadır. Yayıncılık dünyasında ve akademik dünyada çoktan “yapay zekâ politikaları” ve “akademik dürüstlük ilkeleri” belirlenmeye başlandı bile. Çünkü bu yeni araç, sadece kolaylık sağlamakla kalmıyor aynı zamanda insanı üretmeden görünür olma, emek vermeden takdir kazanma gibi zaaflarıyla da yüzleştiriyor.
Yapay zekâ kullanmak elbette haram değildir fakat onu nasıl ve ne niyetle kullandığımız çok önemlidir. Çünkü bu durum giderek bir yalan üretme sistemine dönüşme potansiyelini taşımaktadır. Bu durum kendi zihnini çalıştırmadan, kendi sözünü üretmeden, davası ve derdiyle yoğrulmadan yazılmış metinler yığınını karşımıza çıkarmaktadır. Bugün ihtiyacımız olan çokça bilgi, çokça yazı değildir; bugün ihtiyacımız olan hikmeti barındıran, gayemizi, yaratılış amacımızı ve mesuliyetlerimizi hatırlatan bunu gündemde tutan yazılar ve işlerdir. Hikmetsiz bilgi, kuru bir malumat yığını olmaktan öteye gitmemekte ve bu yazılar ne kalbe inmekte ne de başka kalplere ulaşmaktadır… Yapay zekâyı bir araç olarak kullanmakta elbette bir beis yok, hatta bir yazıyı planlamak, kavramları araştırmak; öğrenme, araştırma, tasarlama, tercüme ve bilgi toplama aşaması gibi birçok alanda yardımcı bir mecra olarak kullanılması faydalı olabilir. Ancak geldiğimiz noktada gerek sosyal medya üzerinde gerek bireysel birtakım çalışmalarda yazının tamamını yapay zekâya yazdırmak, sonra da hiçbir katkıda bulunmadan bu yazıyı kendi eseri gibi sunmak “masum” görünen bir eylem haline gelmiştir. Yine teknolojinin gelişimiyle artık hangi yazı, hangi ürün orijinal ve hangi ürün kopya içerik, yapay zekâ ile hazırlanmış bunlar bilinebilmektedir. Bu durum maalesef nefsin ıslah edilmediği, Müslüman şahsiyetinin yerleşmediği kimselerde elbette ki yazarlıkta, eğitimde, üretimin olduğu bütün alanlarda emekle değil kestirme yollarla görünür olma arzusunu tetiklemektedir. Özellikle yazı dediğimiz şey, bir dizi tefekkürün sonucudur, ürünüdür. Düşünmeden yazmak, üretmeden takdim etmek sadece modern çağın hazıra konma hastalığı olabilir.
Yazıda şuur ve bilinç, yalnızca bilmekle değil o bilgiyle yoğrulmakla, yazdıklarını özümsemekle, yazdıklarına şahit olmakla, o bilgiyi analiz etmekle, çözümlemekle, eski bildiklerinle sentezleyerek karşılaştırma yapmakla ortaya çıkar ve bu şekilde özgünlük ve değer kazanır. Hatta “insan”ız ya ve olur ya çok çaba sarf edilmesine rağmen iyi bir yazı da ortaya çıkmayabilir ve değeri olmayabilir. Çünkü “doğal” olan budur. Ama bugün yapay zekâ bize “kusursuz” gibi görünen cümleler, ürünler veriyor. Süslenmiş, akıcı, etkileyici metinler... Hemen hemen hiçbir hatası yok. Ve insan, bu kolayca ulaşabildiği “mükemmellik” karşısında kendi çabasını küçümsemeye başlıyor. “Ben niye uğraşayım ki?” “Zaten bundan daha iyisini yazamam...” Ve o aşamadan sonra kalem susturuluyor, fikir donduruluyor, ruh sessizleşiyor. Halbuki insanın dili kadar, suskunluğu da kıymetli. Başarılı neticesi kadar başarısızlığı da tabiidir ve kazanımlarla doludur, çabası kadar çaresizliği hissetmesi de elzemdir.
Yapay zekâdan alınan bir metin, sadece bilgi taşır ama o bilginin hikmeti, ruhu, tefekkürü eksiktir ve üretmeden, emek vermeden sunulan her eser hem kendini hem de muhatabını aldatmaktan başka bir şey değildir. Ve bu aldatma maalesef sadece bireysel bir mesele de değildir. Çünkü bu kişi, başkalarının samimi emeğiyle yarışa girebilir, liyakatsizce görünür olabilir, aldatma ile takdir toplayabilir. Bu, ahlaki bir erozyondur ve bir çöküştür. Böyle bir alışkanlık zamanla insanı kalem erbabı olmaktan çıkarır ve yalnızca yazanı taklit eden bir gölgeye çevirir. Oysa kalem, Kur’an’da yemin edilen bir değer, yazmak ise Allah’ın insana verdiği bir imkândır ve bu anlamda bir sorumluluktur. Müslümanlar olarak bu noktadaki sorumluluğumuz ne ise onu da usulüne ve hakka riayete göre yapmamız gerekir.
İlim ehlince kabul görmüş bir düsturdur ki, “Bir sözün sahibini gizlemek, onu çalmak gibidir.” Örneğin alimlerimizin birçoğunda olduğu gibi İmam Nevevî’nin eserlerinde de dikkatimizi çeken ve hassasiyet gösterilen bir nokta vardır ki, kendi kitaplarında her bir bilgiyi mutlaka kaynağıyla anmış, kendine ait olmayan ifadeleri mutlaka belirtmiştir. Onun özellikle hadis ve fıkıh alanındaki eserlerinde, kendisine ait olmayan her bilgi ya isim vererek ya da ifade tarzıyla açıkça ayrılır. “Bazı alimler şöyle demiştir”, “bu görüş bana ait değildir”, “İmam Şâfiî’ye göre” gibi kalıplar bu yönünü gösteren örneklerdir. Bu ahlakı yaşayan alimlerin birçoğu, ilim meclislerinde “ben bilmiyorum” demeyi bile bir fazilet olarak görmüş, yazılarında ise kendilerine ait olmayan her bilgiyi titizlikle ayırmışlardır. Temel İslami kitapların hemen hepsinde hissedilen bu ahlak, fark ediliyor ki ahiret ve hesap odaklı bir bilgi üretimidir.
Müslümanlar olarak bu konuda daha titiziz ama olur ki bu yapay dünya bizim amellerimize de bir bulanıklık katar... Müslüman, çağ ne getirirse getirsin, niyetini ve amelini berrak tutmakla sorumludur. İnsan kalbine düşen bir bulanıklığı, bin kelimeyle bile örtmeye çalışsa yine de Allah bilir. Bizi bilen, gören ve kalbimizi tartan Allah’tır.
Meselenin bir de şöyle bir yönü var ki kolaylık, her zaman hayır getirmeyebilir. Eğer kolay olanı seçmek bizi ihlaslı olandan uzaklaştırıyorsa, işte o zaman orada durmalı ve düzelene kadar kullanmaktan geri çekilmeliyiz. Müslüman olarak sorumluluğumuz sadece “doğru şeyleri yapmak” değil doğru şeyi, doğru niyetle, doğru yöntemlerle yapmak.
“Zaten herkes yapıyor, ne olacak ki?” denilen nice davranışın, ahirette karşımıza büyük bir vebal olarak çıkmasından Allah’a sığınmalıyız...
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür, kim de zerre kadar şer işlerse onu da görür”1
1. Zilzal, 7-8