Şüphesiz insanı harekete geçiren, içinde bulunduğu toplumda edilgenlikten/pasiflikten kurtaran en önemli unsurların başında mesuliyet duygusu gelmektedir. İnsan, ailesine ve toplumuna karşı kendisini mesul hisseder; mesuliyetini idrak ettiği oranda da ailesi ve toplumu için faydalı olmaya çalışır. Çünkü bilir ki hem ailesinin hem de toplumunun kendi üzerinde birçok hakları vardır. Onların hakkını ödeyebilmesi için kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerektiğini anlar. Ancak insan, üzerinde sonsuz hak sahibi olan Rabbini unutursa bireysel/toplumsal hak ve ödevlerini tam olarak yerine getiremez. Rabbinin gösterdiği hedefe doğru O’nun kriterlerine bağlı kalarak gitmeye çalışması, insanın tüm hak ve sorumluluğunu tam olarak yerine getirmesi için elzemdir.
İnsanın en önemli görevi, kendisi üzerinde en büyük hak sahibi olan Allah Azze ve Celle’ye karşı kulluktur. İnsan evvela bunu düşünmelidir. Rabbimizin bizden istediği kulluk görevimiz için bir çabamız var mı? Hayatımızı hangi amaca/gayeye göre planlıyoruz? Geleceğimizi planlarken sadece ölüme kadar olan zamanı mı yoksa ölümden sonrasını mı hedefliyoruz? Bu planlar sadece kendimiz ve ailemiz için mi; yoksa içinde ümmetin yaralarının sarılması, toplumun içinde bulunduğu buhranlardan kurtulması, neslin kötü gidişatına dur denilmesi gibi bütünü ilgilendiren konular da var mı? Giderek modernleşen, yalnızlaşan, kalpleri tıpkı evleri gibi taşlaşan duyarsız kitlelerden mi olacağız yoksa el ele, omuz omuza verip medeniyetin zirvesi olacak bir toplum mu inşa edeceğiz? Soruları arttırmak mümkün ancak uygun cevaplarımız yoksa hem biz hem de toplum kaybedecektir.
Mesuliyetimiz, ümmet, toplum (cemaat), aile ve birey olarak ele alınabilir. Birinin eksikliği domino etkisiyle hepsine tesir etmektedir. Örneğin; bireysel görevlerimizi yapmayışımız ailemizi, toplumu ve ümmeti etkileyecektir. Meseleye bu açıdan baktığımızda her bir fert önemli olmaktadır. Şimdi bunları ayrı başlıklar altında ele alalım.
ÜMMET OLARAK MESULİYETİMİZ
“İşte böylece siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık…”1
Ayette bu ümmetin insanlara şahit olma yönünün ‘vasat’ kavramıyla nitelendirilmesi önemlidir. Bir yönüyle bu şahitliğin kıyamet günü gerçekleşeceği söylense de diğer yönden dünyadaki şahitlik yani örnek olma, delil değeri taşıyan bir toplum olma açısından da anlaşılmaktadır. Dünyaya yön verecek, insanlığı Hz. Peygamber’in şahitliğine (örnekliğine) yönlendirecek bir kılavuzluk yapması bu ümmetin vazifesidir. Bu ayet Müslümanlara, başkalarının kuyruğuna takılıp zillet içinde yaşamak yerine insanlığın önüne geçmek, onları Tevhid Medeniyetinin çatısı altında gerçek adalet ve özgürlüğe kavuşturmakla mesul olduklarını hatırlatıyor. Başka bir ayette2 en hayırlı ümmet olma vasfının toplumda iyilikleri emretmek/yerleştirmek, kötülüklere de engel olmakla kazanılacağını da vurguluyor.
Müslümanlar ümmet olamadıkları zaman görevlerini yerine getirmemenin acı faturası olduğunu iki asırdır fiilen yaşamaktadırlar. Osmanlı'nın son iki-üç asrında ümmet artık görevini yapmaz olmuş, dünya sevgisi kalpleri esir almıştı. İslam Medeniyeti heybetini/gücünü kaybedince bilim ve teknoloji olarak kalkınmış Batı Medeniyeti tüm dünyayı tesiri altına aldı. İslam coğrafyası kimliğini kaybetmiş, yaşantıda bire bir Batı'yı taklit eden halklarla doldu. Benliğini çıkarları uğruna Batı'ya satmış liderler ve onların yandaşları uygarlık adına ne kadar dindışı uygulama ve çağdaşlık(!) varsa toplumda sergilemiş, engel olmak isteyenleri bertaraf etmişlerdi. Geri kalmışlığın ve türlü problemlerin hepsinin faturasını da dine (İslam’a) çıkarmışlardı. Müslümanların gerilemesiyle aslında dünyadaki herkes kayba uğradı. Batı, maddi kazanca mukabil maneviyatını ve ahlakını tamamen kaybetti (aslında zaten yoktu). İslam dünyası ise her iki açıdan (maddi/manevi) da kayba uğradı. İrili ufaklı birçok ulus devletlerine bölündü. Her bir parçası diktatör sistemler/aileler tarafından idare edildi. (Aslında kontrol altında tutuldu). Ulusçuluk ve ırkçılık rüzgarları estirildi, ümmet anlayışı zayıflatıldı. Bazen dışardan işgal edilmeyle bazen de iç savaşla yıllarca bölgede kan, zulüm ve gözyaşları dinmedi. Milyonlarca şehit verildi, memleketleri harap edildi. En önemlisi de nesilleri iman ve maneviyattan yoksun bırakıldı veya bu yönden zayıflatıldı. Halk, asıl düşman yerine birbirini veya kutsallarını (dini değerlerini) düşman belledi. Müslüman ülkelerin sosyoekonomik geri kalmışlığı, yıllarca süren savaşların açtığı derin yaralar ve verilen milyonlarca şehit, tüm bunlar çoğunlukla ümmet olma vasfının yitirilmesinden sonraya tekabül eder.
İslam’da bazı emirler fert veya cemiyet (toplum) için, bazı emirler de ümmet içindir. Ümmetin en büyük vazifesi yeryüzünde Allah’ın hükümlerini ikame etmek, dünya Müslümanlarının vahdetini sağlamak, nerede bir problem varsa oraya çözüm üretmektir. Bunun için ümmetin gücüne ihtiyaç vardır. İslam düşmanları siyasi, ekonomik, sosyal bir takım ortak çıkarlarla bir araya gelebilirken bizi ortak noktada birleştiren en önemli çimento din (akide) ve beraberinde medeniyet, tarih, kültür birliği gibi birçok ortak faktör varken ümmet olamayışımız çok üzücüdür. Bugün ümmeti kaybetmiş olmanın ve yeniden meydana getiremeyişin faturasını/kefaretini ödüyoruz. Aslında yaklaşık iki asırdır ödemekteyiz. Her bir bölge ümmet şuurunu canlı tutmalı, hadisteki ifadeyle ‘bir vücudun azaları gibi’ birbirimizin acısını en derinden hissetmeliyiz. Dualarımızda daima ümmet vurgusu, kanayan coğrafyanın dört bir yanındaki mazlumların feryadının dinmesi yer almalıdır. Bugün İslam’ın sancağını taşıyan az, taşıyanların içinde de ümmeti düşünen daha da azdır. Müslümanların sayısının, selin üzerindeki çer çöp veya çekirgeler kadar çok (1,5-2 milyar) olduğuna bakılmamalıdır. Ümmet, eski parlak günlerindeki heybetini/haşmetini kaybettiğinden, sayıca fazlalığı düşmanların kalplerine korku salmaktan çok uzaktır. Ümmeti yeniden ayağa kaldırmak, eski günlerine döndürmek ve bu yöndeki mesuliyetimizi yerine getirmek zorundayız.
CEMAAT/TOPLUM OLARAK MESULİYETİMİZ
İlk olarak şu bilinmelidir ki toplumu oluşturan bireyler, aynı gemidedir. Bu yüzden bağımsız/müstakil olarak değil toplu olarak hareket etmeliler. Toplumda herkesin bir görev alanı, birbirini etkileyen sorumlulukları vardır. Birinin yaptığı hata eğer engellenmezse tüm topluma sirayet etmektedir. Toplumda işlenen her bir haram, toplum gemisini delmek kastıyla vurulan darbedir ve engellenmek zorundadır. Kurtuluş ve salahiyet, toplumun (en azından çoğunun) ortak hareket etmesine ve eğer toplumda bilinçsizce davranan varsa mesuliyetini idrak edenlerin var güçleriyle onu engellemelerine bağlıdır. Aksi takdirde çöküş (boğulma) kaçınılmazdır. Ayrıca toplumun bazı fertlerinin kendilerini tam bağımsız görmeleri, sınırsız hürriyet anlayışı büyük bir hatadır. Birinin sınırsız hürriyet kullanması diğerlerinin felaketine yol açmaktadır. Bugün marjinal bazı sapkın grupların ‘benim bedenim, benim kararım’ diyerek İslam’ın haram kıldığı ve aslında fıtratın da kabul etmediği bir takım fuhşiyatı işlemesi sadece onun kendi bedeninde kalmamakta, tüm toplumu bozmaktadır. Buna benzer örnekler her geçen gün çoğalmaktadır.
Cahiliyenin koyu bir şekilde yaşandığı ve cehaletin her geçen gün arttığı bu zamanda örnek bir İslam toplumu/cemiyeti olmak, pratikte sergilemek, Müslümanlar için ümit tomurcuğu olmak ve bu hayırlı toplumun etki alanını genişleterek (eğitim ve davet çalışmalarıyla) medeniyete uzanmak zorundayız.
Cemaat olarak mesuliyetimiz, toplumun eğitimine önem vermek, neslin bozulmasını engellemek, haramların azalması, farzların yerleşmesi için çalışmaktır. Bunun için gece gündüz eğitim ve davet çalışmaları yapılmalıdır. Nesli ve toplumu bozan unsurlar daha sistemli ve etkili, hayatın içine müdahil ve tüm şartlar onların lehine gibi görünebilir. Bu durum Müslüman davetçileri karamsarlığa itmemeli daha da kamçılamalı, gayretlerini arttırmalıdır. Çünkü büyük zahmetler daha büyük rahmeti celb edecektir. Zor zamanlarda ihlaslı yapılan amelleri Allah Azze ve Celle bereketlendirecek, yardımını gönderecektir.
BİREY OLARAK MESULİYETİMİZ
Abdullah b. Ömer Radıyallahu Anh’ın bildirdiğine göre, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Hepiniz sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür.”3
Toplum içindeki rolümüz ne olursa olsun kendimizden ve sorumluluğunu yüklendiklerimizden dolayı da mesulüz. Burada özellikle cemaat/cemiyet içindeki fert üzerinde durmak istiyorum. Özellikle davetçi olan ferdin hem Müslüman şahsiyetini taşıması hem de cemaat mensubu olması hasebiyle birtakım yükümlülükleri vardır. İçinde bulunduğu toplumda tesirini hissettirmek, onlara güzel örnek olması için ilmi, mesleki ve manevi yönlerini geliştirmelidir. Tarihteki öncü şahsiyetler gibi olmak, böylesi örnekleri çoğaltmak ve gençliği harekete geçirmekle görevlidir. Onları yüksek gayeler için ideal sahibi yapmak evvela kendilerinin mefkure (ideal) insanı olmasıyla mümkündür. Sonra da o ideal için her şeyini ortaya koymalıdır. Çünkü ideal sahibi insan, idealine ulaşmak için her şeyi göze alır. Bu uğurda en büyük fedakârlıkları yapabilecek azimde ve kararlılıktadır. Bu uğurda kaybettikleri aslında kazançtır. Bir romancımızın dediği gibi: “…İdeal için ıstırap çekmek zevktir, ideal için düşmek yükselmektir, ideal için ölmek yaşamaktır.”4
Son söz olarak tekrar en başa dönersek; fert görevini aksatırsa, içinde bulunduğu cemiyet/cemaat, cemaat görevini aksatırsa, bundan da ümmet etkilenecektir. Fert damla, cemaat nehir, ümmet ise denizdir dersek; bunlar nasıl birbirlerine muhtaç ve aralarında iş birliği olması elzem ise fert, cemaat ve ümmetin münasebeti buna benzemektedir. Toplumdaki her bir fert (damla) önemlidir ancak hayatiyetini devam ettirebilmesini, canlı kalabilmesini okyanusa ulaşmakta aramalıdır.
- Bakara, 143
- Al-i İmran, 110
- Buhari, İstikraz, 20
- Peyami Safa, Milli Cemiyetlerde İdeal, Ötüken Neşriyat, syf: 173